Memleketin hallerine bir başka bakış

Kısa bir süre önce Erdoğan Kâhya’nın  “Memleketin Hali Nicedir?” sorgulamasına girdiği yazısına karşılık; Yr. Doç.Dr. Faik Ardahan’ın “sorunlar belli, iyi de çözüm ne sorusuna” karşılık Kâhya  sorunlara çözüm önerilerini sıraladı. Köşeler arası ve okuyucu yorum köşesi arasında süren atışma bence sayın Ardahan’ın yorumu ile biraz daha gerçekçi bir yöne doğru gidiyor gibi. Aslında bu tartışmanın siteye giriş çıkışları artırdığı da bir gerçek. Hani bende bu konuya girip, site tıklamasına katkı sağlayabilir miyim dedim. Sonra da önce bu noktaya gelişimize biraz değinerek, toplumsal yapıya kısaca göz atmanın yararlı olacağını düşündüm. Bakalım ben Kâhya, Ardahan ve diğer okuyuculardan nasıl tepki alacağım.

Yakın tarihimize baktığımızda; Cumhuriyetin ilanından sonra, “ulusalcılık ve çağdaşlık ” sloganı ile başlayan siyasi, sosyal, toplumsal ve ekonomik gelişmeler, ne yazık ki Atatürk’ün ölümünün ardından yön değiştirmeye başladığını görürüz. İlk büyük yanlış NATO’ya girişimizdir. İ.İnönü üzerindeki baskılar ABD için sonuca ulaşmış ve Türkiye’nin Emperyalizmle bağı kurulmuştur. Önce Uçak Fabrikası kendi haline terk edilir, ardından yeni yönetimle birlikte Traktör Fabrikası kapanır, Marshal Yardımıyla, Anadolu yeni ulaşım ve tarım aracına kavuşur. Ardından Kore kırlıklarında verdiğimiz binlerce şehitle Emperyalizme ilk bedel ödenir. Sayın Ardahan’ın belirttiği gibi, daha sonraları da biraz AB çılgınlığı ve ABD uzmanları (!) yönlendirmesiyle herkesin kendisine göre yorumladığı bir demokrasi anlayışı içine girer Türkiye Cumhuriyeti. Anayasamıza, yasalarımıza, meclisimize ve seçimlerimize bakıldığında, demokratik bir ülkeyizdir ve Yurttaşlar Yasası hala vardır, ama yurttaşlık bilinci nedense (!) bir türlü topluma ulaşamadığı için olsa gerek, zamanla devlet-yurttaş ikilemi oluşmasına neden olur. Özellikle 12 Eylül’den sonra; "oyumu veririm, güdülürüm" anlayışının yerleştirilmeye çalışıldığı “adı demokrasi” olan, dış uzmanlarca yönlendirilen  bir sistemin çarklarına sürüklenişimiz bunun temel göstergesidir…

Eğer Atatürk’ün söylediği biçimde “Çağdaşlık” anlayışına bağlı gerçek demokratik bir ortamı yakalayabilseydik, tüm toplumun; "oyumu seçerek veririm, yapılanları izlerim, yanlışlara karşı seçimlerde tavrımı koyarım ve demokrasinin genel kuralları içinde haklarımı isterim." bilincine sahip olması gerekirdi.  Ne yazık ki, içine bir şekilde alındığımız AB normlarının benimsenmesi sonucu;  Atatürk’ün ÇAĞDAŞLIK dediği toplumsal değişim sürdüremeyişimiz sonucu  yurttaş olamayışımız da bir başka toplumsal sorunumuz olur.

Bu ulusun yurttaşları olarak, devletin bize uygun gördüğü ölçüde eğitiliyor, askerliğimizi yapıyor, zar zor bulduğumuz bir işte çalışıyor, oyumuzu ve vergimizi veriyoruz. Peki, bizi, ailemizi, çocuklarımızın geleceğini ve toplumumuzu yakından ilgilendiren konulardaki gelişmeleri gerektiği biçimde izliyor ve düşüncelerimizi geliştiriyor, yaşamımızı ona göre düzenliyor muyuz? Atatürk’ün her konuşmasında tanımladığı “ulusal birlikteliği” ne kadar koruyabiliyor ve bu konu da ne yapıyoruz? Sivil Toplum Örgütü dediğimiz derneklerimiz, sendikalarımız, ne kadar özgürlükçü, ne kadar bağımsızlıkçı?

Anlaşılmaz bir kabullenmişlik içindeyiz. İncelemeden, sorgulamadan,  Ulusal yıkılışa doğru gidişimizi bile sorgulamadan, birilerinin peşinden amaçsız, hedefsiz, bilinçsizce koşuyoruz. Partilere ve liderlere, adayların kimdir, beni ne kadar temsil edecekler demiyoruz. “Ben oyumu verdim, seçtim, ne halleri varsa görsün” diyor, sorgulamıyoruz, kolay kanıyor ve de sürekli kandırılıyoruz!

Yaşadığımız kentlerden sorumlu saymıyoruz kendimizi. Sanki biz orada oturmuyor ve çalışmıyoruz. Yanı başımızdaki soygunlar, kavgalar bizi ilgilendirmiyor. Evimizin dört duvarı ve bedenimizin az ötesi bize ait değil çünkü.

Yine, salt seçmen oyu merkezinde örgütlenmiş siyasetin kurgulamasıyla sahibi olmadığımız topraklara, derme –çatma evler yapıyor, sel basıp yıkılınca; belediyeleri, devleti suçluyoruz. Devlet ve belediyeler de, yapımı yasak konutlara elektrik, su veriyor, yol açıyor. Kapkaç, hırsızlık, şiddet, ırza geçme; birbirini izleyince ve de bize dokunup deprem ve sel olunca,  “-nerede devlet, nerede polis”- diye bağırıyoruz. Devletin İçişleri Bakanlarından biri de, “ her yurttaşın başına bir polis dikemem ya!” diyordu yakın geçmişte.

Olaya bu özürle yaklaşıldığında, yurttaşın da kendisini korumak için silahlanmasını yadırgamamak gerek. Ancak silaha ve ata ezelden bağlı yurttaşlarımızın bu hakkını, can güvenliğinin dışında da kullanması sonucu, bir başka toplumsal sorunla karşılaşmamız kaçınılmaz oluyor. Sonra yüzlerce, can kaybı ve yine devlet kapısında, çaresiz aileler, yetimler.

İyi de yasa açık, “yurttaşın can ve mal güvenliğini sağlamak” polisin en birinci görevi… “Suçun işlenmeden önünün alınması”  bu görevin temeli olmalı. Nerede mi yazıyor? 2556 sayılı Polis Vazife ve Selâhiyet Kanununda!  (Neden “Polis Görev ve Yetki Yasası ” değil? O da ayrı bir yasa dili sorunu. Bir ulusal savaşın sonunda gerçekleştirilen Alfabe ve Türkçe dil devrimi yapan ulus için, düşünülmesi gereken bir geri duruş değil de ne?) Yasada sayılan görevlerin tam olarak gerçekleştirildiğini söyleyebilir miyiz?  Gerekçe hazır, “sayısal ve maddi yetersizlik”! Toplanan bu kadar vergi nereye gidiyor? İMF’den alınan borcun ödenmesine! Neden? Yanıt yok! Eski borcu ödemek için sürekli yeni borçlar alıyoruz. Toplanan bu kadar verginin, devlet gelirlerinin hesabını soran bir muhalefet bile yok. Emperyalizmin kurgusu içinde, ne yaptığımızı bilmeden, aynı daire içinde dönüp duruyoruz.

Bırakın yeni yasaları, olanlarını uygulasak yeter. Ama nerde? İşi oluruna bırakmak bir devlet yönetme anlayışı olmuş. En kolay yol. Zor olan; yurttaşa yurttaşlık bilincinin aşılanması, toplumsal sorumlulukların öğretilmesi ve buna göre eğitilmesi! İlköğretimden başlayarak giderek çökertilen ve bir sınav maratonu içine düşürülen ilk ve orta öğretim kurumlarımızda test çözme yöntemleri dışında ne öğretiyoruz ki! Neredeyse sayısı, öğretim üyesinden önce artan üniversitelerimiz, neredeyse birer eski lise konumuna geriliyor. Gerçek anlamda muhalefeti olmayan, denetimsiz bir yönetim sistemine sürüklendik. Suçlusu kim?...

Olması gereken; ilk ve orta eğitimin, üniversitelerin ulusal ve bilimsel anlayış içinde yeniden kurgulanması, öğretim kadrolarının oluşturulması, Atatürk’ün çizdiği, ulusallık, bağımsızlık, laiklik ve çağdaşlık ilkeleri ile yönetilmesini sağlayacak sistemin yeniden kurulmasıdır. İç güvenlik birimlerinin ve ordunun yeterli ve çağdaş sistemlerle eğitilmesi, toplumsal görev anlayışının yerleştirilmesi, siyasi etkilerden uzak kalacakları kurumsallığa kavuşturulmasıdır! Olması gereken; demokratik kuralların her alanda geçerli kılınmasıdır! Olması gereken Atatürk’ün işaret ettiği laik ve çağdaş eğitimdir. Ulusalcılıktır. Bu konuda bir büyük birlikteliktir.

Bu ulus;  devleti ve yurttaşı ile birlikte, bir gün; 1919’dan 1938’e kadar yaptığı gibi; “zor olanları” başardığında, yeniden daha güçlü ve daha saygın olacaktır inanın. Yolu da belli sanırım!.. SÖYLEVİ raftan alıp, satır satır okumak gerek… Kaynak;  Atatürk’ün Bütün Eserleri KAYNAK YAYINLARI.

Yayın Tarihi
31.07.2009
Bu makale 8659 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!