Toplumun “biz” ve “diğerleri” şeklinde ayrıştırılması, toplum içerisinde hâkim gurubun diğer gurubu ötekileştirmesi, küçük görmesi, hatta yok sayması sonucunu doğurabilir. Tüm tartışmalar, kavgalar ve savaşlar bu yüzden çıkmış, insanlık tarihi boyunca “biz ve öteki” ya da “diğeri” tasavvuru sürekli olarak varlığını sürdürmüştür.
Tüm dinler ve toplum kuralları barışı, hoşgörüyü, adaleti ve başkalarının hak ve hukukuna saygıyı öngörmüştür. Lakin insan, bu kuralları da kendi menfaatleri ölçüsünde değiştirmiş ve yozlaştırmıştır. Halbuki bir arada yaşamanın ve bir diğerini ötekileştirmemenin ön koşulu; şiddet içermediği ve toplum düzenini bozmadığı sürece, herkesin kimlik ve inancına saygı göstermek, onların temel hak ve özgürlük taleplerini dikkate alan bir anlayışa sahip olmak ve bunu uygulamaktır.
İslam’ın gerçek anlamı ile uygulandığı dönemlerde; İslam dışındaki dinlere ve yaşam biçimlerine hukuki bir statü verilerek temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alınmaya çalışılmıştır. Bunun en iyi örneklerini İslam’ın ilk dönemindeki Medine Sözleşmesi’nde görüyoruz.
Emevîler dönemi ise İslam’ın hoşgörüsü ortadan kaldırılmış, ötekileştirme ile farklı inanç ve düşüncedeki insanlar ötekileştirilmiştir. Bugün İslam ülkelerinde yaşananlar işte bu Emevî kültürünün “din” diye dayatılmasından başka bir şey değildir.
Toplumda yaşayan bireyler, toplumun hedeflediği ortak idealler, inançlar ve değerler göre sosyal kimliklerini oluştururlar. Tabi ki, toplumda yaşayan tüm bireylerin aynı dine inanmaları, aynı kimliğe sahip olmaları ya da aynı değerleri paylaşmaları beklenemez!
Kimliklerin oluşumunda toplumda var olan farklılıkların etkisi büyüktür. Bu farklılıklar; önyargı, ayrımcılık, ötekileştirme, dışlama gibi olumsuz öğeleri de içerir. Halbuki toplumu birlikte yaşamaya mecbur eden ortak değerler vardır. Bunlar; inanç, kültür, vatan, bayrak ile milli ve manevi değerlerdir. Bu ortak değerlerde buluşmak yerine farklılıkları öne çıkarmak, bir arada yaşama arzusunu ortadan kaldırır.
Farklılıklar, aslında bir toplum için zenginliktir. “Bireyin sahip olduğu her türlü farklılıklara olumsuz anlamlar yüklenmesi, günlük yaşamda bu farklılıkların bir tehdit unsuru olarak algılanması ayrıştırmayı iyice körükler. Toplumsal aidiyet geliştiği takdirde söz konusu farklılıklar ya kendiliğinden tolere edilir ya da “egemen kültürün” bir alt zenginliği olarak kabul edilir.
İktidarların kendilerini destekleyenlere olumlu atıflar yapması, farklı düşünenleri ve eleştirenleri de “hain, terörist, kötü, ahlaksız, sürtük, dinsiz vs.” gibi değerlendirmesi kendi kimliğini taraftarlarına daha değerli kılmak içindir. Bunun diğer bir adı toplumu kutuplaştırmaktır.
Normalleşme, tüm gurupların ortak değerler etrafında merkeze yürümesi ile mümkün olmaktadır. Eğer ülkeyi yönetenler ötekileştirmeyi siyasi yarar olarak görür ve toplumu keskin kutuplara bölerse, gelecekte iktidar değişiminde aynı şeyler kendisine ve taraftarlarına da yapılması kaçınılmaz olur. Bunu AKP iktidarı öncesinde özellikle 28 Şubat sürecinde yaşadık ve gördük. Zira “ötekileştirme, iki zıt kutupta kendini inşa eder.”
Empati, tanımayı gerektirir ve sadece tanımayla gelişen bir tutumdur. Öte yandan kişi tanımadığı herhangi bir şeyin yerine kendini koyamayacağı gibi; “insan bilmediği şeyin düşmanı” olabilir. O halde insanlar birbirlerini tanıdıkça ve anladıkça ayrımcılık da azalır. 12 Eylül döneminde cezaevlerinde tutuklu bulunan Devrimci ve Ülkücülerin birbirlerini anlamaya başlaması hem ideolojilerini hem de eylemlerini sorgulamaya başlamasına neden olmuştur. Öğrencilik yıllarımızda ayrıştığımız birçok arkadaşımız ile bugün ortak değerlerde buluşmamız da bunun bir göstergesidir.
“Biz ve öteki” şeklindeki keskin bir karşılaştırma toplumu taraf olmaya zorlar ki; bu da anlamayı, sorgulamayı ve düşünmeyi zorlaştırır. Birey kendisini sahip oldukları özellikler itibari ile diğerini dışlar ve küçümser. Kendisine benzeyen kişilerle yeni bir yaşam alanı oluşturur ve dünyaya aynı pencereden bakar. Kendi gurubunun dışındakilerin ne söylediği umurunda bile olmaz.
“5 Nisan 1968 günü Amerika'nın Iowa Eyaletinde 840 nüfuslu Riceville yerleşimi okulunda bir öğrencisi sınıf öğretmeni Jane Elliott'a bir gün önce öldürülen siyahi aktivist Martin Luther King'in neden öldürüldüğünü sordu. Sonradan psikoloji bilimi tarihine geçecek olan deneyini Elliott o bir anda tasarladı ve 8-9 yaşlarındaki hepsi beyaz olan öğrencilerini "mavi gözlüler" ve "kahverengi gözlüler" olarak ikiye ayırdı.
Mavi gözlü öğrencileri sınıfın arkasına oturttu ve kahverengi öğrencilere de yeşil kartondan bir kolluk taktı sonra da " Burada ve her yerde kahverengi gözlü olanlar daha zeki daha temiz ve daha başarılıdırlar" dedi. Sonra da tahtaya dönüp "MELANİN" yazdı ve izahatını sürdürdü;
"İnsanların göz rengini işte bu adını yazdığım kimyasal belirler. Doğum esnasında ne kadar fazla melanin salgılanırsa bebekler de o kadar zeki insanlar olurlar ve melaninin bolluğu da göz renginden anlaşılır. Kahverengi gözlü olmayanlar unutkandırlar, yaramaz olurlar ve kurallara daha az uyarlar. Söyleyin bakalım kahverengi gözlüler, hakikaten mavi gözlü olan sınıf arkadaşlarınız başarısız değiller mi?"
Kahverengi gözlü çocuklar neşe içerisinde öğretmenlerini onayladılar. Jane Elliott hemen kurallar koymaya başladı " Bugünden sonra sınıftaki su sebilleri ayrılacak " kuralı ilk kuraldı "niye" diye sordu mavi gözlü bir çocuk ve kahverengi çocuklar "sizden mikrop kapmayalım diye aptal" cevabını aldılar. Mavi gözlü çocuklardan biri bir anda bir şey fark etti ve Jane Elliott'a "Ama siz de mavi gözlüsünüz" dedi ve cevabı yine kahverengi gözlü çocuklardan aldı; "Eğer kahverengi gözlü olsa idi müdür ya da müfettiş olurdu" diye.
Bir anda kahverengi gözlü çocuklar lider ruhlu kendine güvenir ve hoyrat olurken mavi gözlü çocuklar silikleşmiş ve ezik durmaya başlamışlardı. Elliott biraz ileri giderek de kahverengi gözlü çocukların yanlış yaptıklarında mavi gözlüleri cezalandırmasına izin de verdi ve çok acımasız olduklarını gördü. Sonraki bir iki günde mavi gözlü çocukların başarılarında ve kendilerine güvenlerinde hissedilir bir düşüş yaşandı. Kahverengi gözlü çocuklar mavi gözlüleri itip kakıyorlar hor görüyorlardı ve işin garibi mavi gözlüler sadece boyun eğiyorlardı.
Öbür hafta Jane Elliott melanin hormonunu yanlış değerlendirdiğini hafta sonu okuyup inceleyince aslında melaninin mavi gözlülerde daha fazla olduğunu ve zeki ve başarılı olanların aslında mavi gözlüler olduğunu söyledi. Yeşil kolluklar mavi gözlülere takıldı, sınıfta kahverengi gözlüler arka sıraya oturtuldular ve durum tamamen değişti. İlginç bir şekilde bir hafta boyunca aşağılanmış olan mavi gözlüler "iktidarı" ele geçirince daha az acımasız oldular ama bu sefer kahverengi gözlü çocukların başarılarında düşüş yaşandı. İki haftanın sonunda Jane Elliott çocuklara bir deney yaptığını ve melanin isminde bir hormon uydurarak son iki haftada hep birlikte öğrenip gözlemlediklerini hatırlattı. Çocuklar çok rahatladılar aralarında birbirlerine sarılıp ağlayanlar oldu ve hep birlikte ayrımcılığı anlamış oldular.
Jane Elliott bu deneyden sonra sayısız televizyon programına çıktı, yaptığı deney sayısız kere tekrarlandı ve psikoloji biliminin literatüründe onun ismi ile yer aldı ama söylemeye gerek yok Riceville yerleşimindeki öğretmenlik görevine son verildi. Hatta çocukları sokaklarda tartaklandı ve kendisi ile eşine en olmaz hakaretler edildi.”