II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, tarihinin en kritik güvenlik ikilemlerinden biriyle karşı karşıya kaldı. Sovyetler Birliği’nin Kars, Ardahan ve Boğazlar üzerindeki talepleri, Ankara’yı derin bir kaygıya sürükledi. Bu talepler, diplomatik tarih açısından elbette ciddidir; fakat aynı zamanda Türkiye’nin Batı ittifakına katılımını meşrulaştırmak için abartılı biçimde kullanıldığı da açıktır. Çünkü o dönem Atatürk’ün tam bağımsızlıkçı yaklaşımını benimseyenlere karşı bir güçlü argüman gerekiyordu. İşte bu noktada, Atatürk’ün tam bağımsızlık çizgisiyle, İsmet İnönü’nün pragmatik “NATO tercihi” arasındaki farklılık tarih bilimi açısından belirleyici bir karşılaştırma alanı sunmaktadır.
Atatürk’ün Bağımsızlık Anlayışı
Atatürk için bağımsızlık, sadece siyasi bir tercih değil, varoluşsal olmazsa olmaz bir ilkedir. O, her fırsatta “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyerek, milletin kaderini hiçbir güç merkezine teslim etmeyeceğini ortaya koymuştur. “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikası da aslında büyük güçler arasında tarafsız, dengeli ve çok yönlü bir diplomasi vizyonunun ifadesidir.
Bu anlayışın kökleri, 22 Haziran 1919 Amasya Genelgesi’nde ifadesini bulan ünlü cümlede yatar: “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır.” O söz, yalnızca bir cümle değildir; işgal altındaki bir ülkede, ordusu dağıtılmış, yoksulluk ve cehalet içinde tükenmiş bir halka rağmen söylenmiş bir meydan okumadır.
O günlerde Anadolu’nun manzarası son derece ağırdı:
- Tam teslimiyetçi sarayın imzaladığı Mondros ile ordusu tasfiye edilmiş, millet silahsız ve savunmasız bırakılmıştı.
- Yurdun dört bir yanı işgal güçlerince paylaşılmış işgal edilmişti.
- İç karışıklıklar, isyanlar, işgalciler tarafından kışkırtılmış grupların baskınları yaygındı.
- Bebek ölümleri %50’nin üzerinde ortalama yaşam 45 yıl civarı, halk yorgun, yoksul ve eğitimsizdi.
- Sarayın kışkırttığı isyanlarla halkın umudu kırılmaya çalışılıyordu. Bu koşullarda sonrası yıllarda girişilen bir Sakarya meydan muharebesi anında karşı propagandalardan etkilenerek silahlarıyla birlikte kaçan askerler nedeniyle en fazla subay can vermiştir.
İşte bu olağanüstü zorlu koşullar altında bitmiş tükenmiş görünen bir millete rağmen Atatürk, bağımsızlığı milletin azmine dayandıracak kadar özgüvenli ve öngörülüydü. Bu, yalnızca bir siyaset değil, eşsiz bir liderlik vizyonuydu. Böyle bir liderin hayatta olması halinde, SSCB’nin talepleri karşısında bağımsızlığı zedeleyecek bir yaklaşımı asla kabul etmeyeceği açıktır.
İnönü’nün Tercihi: NATO’ya Yaslanmak
İsmet İnönü’nün yurtseverliği tartışılmaz. Yani bugünün icazetle iş başına getirilen tam teslimiyetçi Amerikan işbirlikçilerinden farklı olarak İsmet İnönü karşılıklı çıkar ilişkisine dayanan Amerikan iş birliğini kaçınılmaz görüyordu. Ancak sonrası teslimiyetçi süreç İsmet İnönü’nün öngördüğü gibi olmadı.
II. Dünya Savaşı sonrası konjonktür, Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’yi çok daha sıkışık bir noktaya getirdi. Sovyet tehdidi karşısında İnönü, Türkiye’nin tek başına güvenliğini sağlayamayacağına kanaat getirdi. Bu yüzden Truman Doktrini ve Marshall Yardım’ını kabul etti, ardından NATO üyeliğini zorunlu bir güvenlik önlemi olarak gördü.
İnönü’ye göre bağımsızlık, Batı ile iş birliği yaparak “fiilî bağımsızlığı” korumaktı. Ancak bu tercih, uzun vadede Türkiye’yi Amerikan etkisine açık hale getirdi ve bağımsızlık çizgisinden uzaklaştırdı. Ancak bir Atatürk gibi öngörü herkeste yoktu bu nedenle tarihsel açıdan bu kırılma, karşı devrimci sürecin zeminini oluşturabileceği tam olarak öngörülemedi.
Atatürk Olsaydı NATO’ya Asla Girmezdik Çünkü…
Altı çizilmesi gereken gerçek şudur: Atatürk olsaydı NATO’ya asla girmezdik çünkü onun için bağımsızlık, hiçbir gücün güvencesine sığınmadan kendi iradesine dayanmak demekti. İstanbul işgal altındayken bile “Geldikleri gibi giderler” diyebilen uzak görüşlülüğü, bu anlayışın en çarpıcı göstergesidir.
İnönü ise aynı derinlikte bir öngörüye sahip değildi. Onun tercihi, dönemin güç dengeleri içinde pragmatik görünebilir; fakat uzun vadede Türkiye’yi bağımlı kılmış ve bugün yaşadığımız karşı devrimci yıkıcı geri bıraktırıcı operasyona açık tablonun da önünü açmıştır.
Günümüz Türkiye’sine Yansıması
Bugün Türkiye, NATO’nun askeri ve siyasi politikalarıyla büyük ölçüde uyumlu bir çizgide kalmakta; fakat bu, çoğu zaman kendi ulusal çıkarlarının sınırlandırılması pahasına gerçekleşmektedir. Kendi güvenlik stratejisini üretemeyen, dış politikasında bağımsız manevra alanı daralan bir ülke görüntüsü, aslında 1952’de atılan adımın uzun vadeli sonucudur.
Atatürk’ün bağımsızlık anlayışı yaşatılsaydı, Türkiye bugün çok daha özerk, çok yönlü ve kendi çıkarlarını merkeze alan bir dış politika izliyor olabilirdi. İnönü’nün tercihi ise, yurtsever niyetlerle de olsa, bizi Amerikan eksenli bir bağımlılık ilişkisine sürüklemiştir.
Sonuç olarak: Molotof’un talepleri gerçekti, fakat NATO sürecinde abartılarak kullanıldı. En olağanüstü ve imkansız zor koşullarda bile bağımsızlığı milletin azim ve kararlılığına vurgu yapan ve bağımsızlığın yitirilmesiyle bugünleri dahi öngörebilecek bir Atatürk NATO’ya girmeyi reddederdi.
İnönü ise aynı isabetli öngörüye sahip değildi. Bugün yaşadığımız bağımlılıklar ve karşı devrimci süreç, işte o tercihin uzun vadeli yansımalarıdır.
Ve dönemin koşullarında Atatürk’ün kontrolü altında bir İsmet İnönü bu ülke için sayısız kahramanlığı olmuştur. Mudanya mütarekesi Lozan Antlaşması milli mücadele dönemleri Türk Topçusunun olağan üstü başarılı atışları topçu kurmay subay İsmet İnönü’nün yetiştirdiği ekipler sayesindedir.
Hakkı Güleç
Tarih Araştırmacısı Psikolojik Danışman ve Yazar