niçin yakınıp dururuz öküzden
anasından öküz doğmamıştı ki
bıraksaydık aynen babası gibi
yiğit bir boğa olacak iken
onu iğdiş edip karartan dünyasını
onu öküz yapan biz değil miyiz?
H.E.
Geçen haftaki 541 nolu söyleşime güzel iletiler aldım yine. Onlardan biri Akseki’den Mehmet Ali Arslan kardeşimizden. Anımsarsınız, Alman televizyoncular gelip Akseki yaylalarındaki konargöçer Yörüklerimizin doğal yaşamlarını filme alarak televizyonlarında yayınladıklarından söz etmiştik. O söyleşiyi okur okumaz şu iletiyi gönderdi bana hemşerimiz:
“Merhaba Hüseyin Amca;
Akseki’nin Morca Yaylasında yaşayan Yörüklerimiz ve Çimi Yaylasındaki obruklarla ilgili yazınıza bir katkıda bulunmak istiyorum. Bu konuda mütevazı olmayı düşünmeden bir gerçeği duyuracağım size:
Yaylada çekimlerin yapılması sırasında ekiplere yardımcı olmak için bizzat gönüllü olarak katılan ve hatta yakın bölgedeki obruk dediğimiz dikey mağara araştırmaları için gelen üniversite öğretim üyeleri ve öğrencileriyle yakından ilgilenip her türlü yardımlarına koşan büyük oğlum Sosyolog Ahmet Arslan’ı tanıtmak isterim size.
Karınca kararınca onun da katkısı oldu; hem Almanların belgesel film çekiminde, hem de obruklarla ilgili bilimsel raporun hazırlanmasında. Oğlumun bu tür çabalarını görmekten onur duyuyorum elbette. İnanıyorum ki, gelecekte çok daha önemli çalışmalarda duyuracak adını.”
Ne mutlu böyle düşünen bir babaya ve onun yardımsever oğluna! 1963-1964 yıllarıydı. Akseki’de eğitimci yazar ve ressam dostum İbrahim Ekmekçi ile birlikte yaptığımız bir çalışma sırasında tanımıştım; Mehmet Ali Arslan kardeşimizi. Gazeteci Mustafa Arslan’ın 7-8 yaşındaki akıllı ve sevimli oğlu idi o. O günlerden sonra bir daha görüşmek kısmet olmadı sanırım. Aradan onca yıl geçmesine karşın ne o beni unuttu, ne de ben onu…
Bu güzel iletisi için teşekkür ediyorum; sevgili kardeşime. Ve aynen İbrahim Ekmekçi dostum gibi Akseki’yle ilgilenen herkese gönüllü yardıma koşan genç toplumbilimcimiz Ahmet Arslan’ı da yürekten kutluyorum!
Şimdi sıra Dicle İlköğretmen Okulu kökenli, Ankara Yüksek Öğretmen Okulu mezunu yerbilimci Prof. Dr. Ali Yılmaz’da… Her söyleşimi dikkatle okuyup yorumunu ileten değerli kardeşlerimden biri de odur. Bakalım, ne diyor bu kez:
“Değerli Öğretmenim;
Her hafta bizleri yeni bir konu ile bilgilendiriyorsunuz. Bu haftaki yazınız obruklarla ilgili… Doğrudan ilgilendiğim bir konu olmasa da, obruklarla ilgili risklerin farkındayım.
Yüzey ya da yeraltı suları kireçtaşı ile etkileşime girdiğinde hidrokarbonatlar oluşur.
Hidrokarbonat bir yönü ile kireçtaşının çözünmüş halidir. Çözünen kireçtaşı bir sıvı gibi akar ve geride boşluklar kalır. Bu boşluklar zamanla mağaraya dönüşür. Mağara da zamanla üstündeki yük nedeniyle çöker ve obruklar oluşur.
Kireçtaşının yer aldığı alanlar aşınmaya karşı dirençsizdir. Biz böyle yerlere ‘karstik alanlar’ diyoruz. Örneğin Konya Ovasının temeli de karstik yapıdadır. Özellikle yeraltı suları gereğinden fazla kullanıldığında gelişen boşluklar, kimi zaman obrukların oluşumu ile sonuçlanmaktadır ki, bu bir risktir elbette.”
Bizde bilim insanları genellikle yabancı terimlere boğarlar açıklamalarını. Gördüğünüz gibi Prof. Dr. Ali Yılmaz onlar gibi değil. Hepimizin kolayca anlayabildiği özenli bir dili, güzel bir anlatımı var. Her bilim insanı böyle olmalı; değil mi? Ama nerde!..
1966’da Ankara Yüksek Öğretmen Okulunda öğrenci olduğu günlerden bu yana görüşemedik. Olsun, güzel haberlerini alıyor, mutlu oluyorum ya! Bu yeter bana.
*** Geçen haftaki söyleşimi yazdıktan sonra bende e-posta adresi olan dostlara iletmiştim. Hasanoğlan Atatürk İlköğretmen Okulu çıkışlı eğitimci kardeşim Fevzi Coşkun’dan geldi ilk yanıt. Aynen şöyle yazmış:
“Öğretmenim;
Her zaman olduğu gibi keyifle okudum; bu haftaki söyleşinizi. Elinize, emeğinize, bilincinize sağlık! Küçük bir düzeltme öneriyorum: Yazınızın 4. paragrafında Yörüklerin yağ ve peynir yapımı için ‘katıksız’ demişsiniz. Dalgınlıkla sanırım. Aslında ‘katkısız’ demek istemişsiniz. Umarım doğru anladım.
Lütfen ‘bilgiçlik tasladığımı’ düşünmeyin.
Saygılarımı sunarım.”
Ne mi diyeceğim ben şimdi? Yüzde yüz doğru bir uyarıya, gerçek bir eleştiriye teşekkür etmekten başka ne diyebilirim ki? Baktım ki gerçekten de ‘katıksız’ yazmışım. Oysa bambaşka bir anlamı var; katık ve katıksız sözcüklerinin. Evet, doğru anlamış; sevgili Coşkun, ‘katkısız’ demek istemiştim. Hemen yanlışımı düzeltip içtenlikle teşekkürlerimi ilettim; değerli kardeşime.
“Bilgiçlik tasladığını düşünmek” aklımın köşesinden bile geçmez. Bizi uyararak iyilik yapma lütfunda bulunan birini, içtenlikle kucaklamak dururken, “Bilgiçlik yapma!” diye azarlayıp suçlamak ilkellik değil midir? Yüksek koltuklarda oturanlar öyle yapıyor diye bizim de öyle yapmamız ayıp olmaz mı?
İlkokul arkadaşım Mustafa Dönmez’in Turgutlu’da yaşayan oğlu Tıp Doktoru Tahir Dönmez de şöyle yazmış:
“İyi Günler Hocam;
Yörükler üretici ve insanın hası… Erik zaten değerli… Aynı zamanda erik üreticisiyim ben. Kabızlığa bire birdir hoşafı. Güzel bir hafta dileğiyle…”
Teşekkürler, sevgili doktorumuz. Teşekkürler, söyleşilerimizi okuyup yanıt yazmak lütfunda bulunan, değerli dostlar!