Köyümüzde herkesinki gibi bizim de çift katlıydı evimiz. Alt kat hayvanlarımızın, üst kat bizim… Batı yakasındaki dış kapıdan girişte önce avlu… Taş döşemeli… Bahçeye bakan yanlar barsalla çevrili… Barsa, yaklaşık bir, bir buçuk metre boyunda yassı ağaç parçalarıdır. Bağları, bahçeleri hayvanlardan korumak için barsalla çeviririz.
Avlunun sağında evin önündeki bahçeye açılan basit bir kapı… Solda evin hayatına açılan iki kanatlı ahşap kapı… Hayata “hayıt” derdik biz. Keçi, oğlak ve tavuklarımızın barınağıydı burası. Oğlaklar için “ağıl” dediğimiz ayrı bir bölüm olurdu burada. Tavuklarımız yaklaşık insan boyu yükseklikte genişçe bir çıtanın üstüne tünerlerdi. Hayata açılan iki ahırımız vardı. Biri saman ve burma doluydu. Öteki eşek ve ineğimizin barınağı… Üst kata hayattaki bir iki basamak yüksekte bulunan kapından geçip ahşap merdivenlerden çıkardık. Babam sonradan merdivenlerden inince doğrudan avluya açılan bir kapı yaptı. O günden sonra eve girip çıkışta hep bu kapıyı kullandık.
Biraz da üst katı anlatayım: Evimiz bir salon, iki oda idi. Ayrıca güneye bakan, üstü açık, ev boyunca uzanan bir çardak… Siz ona ister balkon deyin, ister sundurma… Köyümüzde çardağı olmayan hiçbir ev yoktu. Çardaksız ev olabileceği aklımızın ucundan bile geçmezdi. Her insanda, her hayvanda nasıl ki iki göz, iki kulak varsa, her evin de bir çardağı olurdu mutlaka. Tüm çardaklar evlerimizin hep güneye bakan uzantılarıydı. Doğu ve batısı da açık...
Uzun ve kalın ağaç direkler üzerine kuruluydu çardağımız. Özellikle yaz mevsimlerinde akşam gelen konuklarımızı çardakta, yıldızların altında ve çoğu zaman da herhangi bir ışık yakma gereği duymadan ay aydınlığında ağırlardık. Ayrıca bulaşık yeri ile elimizi ayağımızı yıkayacak bir köşe de bulunurdu; çardağımızda.
Bulgurumuzu da çardakta kuruturduk; tarhanamızı da… Dahası kış için ayırdığımız meyvelerimizi, sebzelerimizi de… Kimi evin çardağı iki bölümdü. Biri salon hizasında, öteki 50-60 cm. kadar yukarıda… Sözgelişi yan komşumuz Tahir Amca ve Azime Ablaların çardağı öyle idi ama bizimki tek parça olarak uzanırdı. Odalar ve salon gibi çardak tabanı da ahşaptı, korkuluklar da…
Her odada ve salonda bir ocak… Mutfak nerde mi? Genellikle salondaki ocağın bulunduğu yerdi mutfak. Bölünmüş de olabilirdi burası, bugünkü modern evlerde olduğu gibi açık da… Nitekim bizimki önceden açıktı. Sonradan tahtalarla çevirip bölerek ayırdı babam. Aşımızı, çorbamızı yatak odasındaki ocakta da pişirirdik ama özellikle sacda pişirilen yufka ekmeğimizi mutlaka salonda… Yer sofralarında ağaç sinilerin çevresine diz çöküp oturarak yerdik yemeğimizi. Sininin ortasına konan genişçe kalaylı bir tabakta olurdu yemek. Ve herkesin önünde yeteri kadar ekmek...
Babamızın yaptığı ağaç kaşıklarla aynı kaptan yerdik hepimiz. Çatal da kullanmazdık, bıçak da. Kış mevsiminde üç dört günde bir, akşam yemeklerinden epey sonra annelerimiz kuru incir ile ceviz ve badem getirirdi. Ceviz ve bademleri çekiçle zevkle kırar, içinden çıkanları incirle birlikte yerdik. Bir başka akşam nar olurdu meyvemiz. Ya mısır patlattığımız, nohut kavurduğumuz geceler!.. Ne keyifli olurdu; tavamızda kendi kavurduğumuz nohutları, kendi patlattığımız o sıcak mısırları yemek! Kavurga derdik; o tür yiyeceklere biz.
Her evin bir tuvaleti vardı mutlaka. Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi evden ayrı değil, eve bitişik…
Ne kaldı geriye? Banyo, değil mi? Banyo demez, “gusülane” derdik biz. Sözlüklerde gasilhane diye geçer. “Yıkanılan, banyo yapılan yer” anlamında. Genellikle yatak odalarının bir köşesinde ancak bir insan girebilecek genişlikte bir bölüm… Bir kova ılık su hazırladık mı, sabun da varsa eğer değmeyin keyfimize!
Suyu, sürekli akan çeşmelerimizden kalaylı bakır güğümleri doldurarak sırtlayıp getirirdik. İbriklerden su dökerek yıkardık; elimizi, yüzümüzü.
Ocaklarda çalı çırpı ve çıra ile tutuşturduğumuz odun yakardık. Külü kesinlikle dökmez, ocağın arkasında bulunan küllükte biriktirirdik. Güzel havalarda genellikle her hafta evin önündeki önündeki bahçede, mümkün olmazsa salondaki ocakta biriken küllerimizle kazanda su kaynatırdık. Annelerimiz bu küllü suyla yıkardı çamaşırlarımızı. Böylece giysilerimiz hem tertemiz olur, hem de mis gibi kokardı. Köyümüzdeki birçok evde olduğu gibi çocukluğumda bizim evimize de soba ve kuzine gibi ısıtıcılar girmedi hiç. Ütü falan da yoktu.
Köyümüzdeki tüm evler gibi bizim evimiz de beşik çatılıydı. Ve üstü yonga ile örtülü… Yonganın ne olduğunu bilmeyenler için açıklayayım: Kesilen ağaç dalı ve gövdelerinden yontularak yaklaşık 10-15 cm genişlikte 60-70 cm uzunluktaki yontular. Bunlarla örtülüydü; tüm çatılarımız. Güçlü rüzgarlar kaldırıp atmasın diye özellikle çatının en yüksek yeri ile çelenlerin üzerine ağır taşlar dizilirdi. İşte o tür çatılardı; yağmurdan, kardan, soğuktan, sıcaktan koruyan bizi. Yanılmıyorsam ilk kiremit 1950-1951 yıllarında köylümüzün imeceyle yaptığı yeni ilkokulumuzun çatısında kullanıldı. Birkaç yıl sonra da Antalya müftüsü komşumuz Mustafa Gökmen’in onarılan evinin damında… Baktı ki insanlar, kiremit hem daha güzel, hem daha koruyucu ve rahat yongalar eskiyince kiremidi yeğlediler hep. Sonunda komşumuzla birlikte biz de uyduk bu modaya.
Köyümüzdeki evlerin pek çoğu gibi bizim evimiz de iki odalıydı. Doğudaki odayı yatak odası, ötekini de kiler gibi kullanırdık. Yatak odamızda döşek ve yorganlarımızı yığdığımız bir yüklük, ufak tefek gereçleri koyduğumuz duvara oyulmuş bir dolabımız da vardı. Ve iki pencere… Biri bahçeye açılırdı, ötekisi salona… Ancak salona açılan pencereyi yüklük olarak kullanırdık hep. Üzerinde Kur’an ile Battal Gazi Destanı ve Kesik Baş gibi dinsel halk öykülerinin anlatıldığı birkaç kitap… Bir de masa üstü çalar saat… Akşamları gazyağı ile çalışan bir lamba ile aydınlanırdık. İlk yıllarda tavansızdı bu oda. Sonradan babam kendi emeği ve yeteneği ile güzel bir tavan yaptı. Kardeşim Yusuf’un köy âşığı çalışkan ve emekli kızı Deren oturuyor; o evde şimdi.
Bilirsiniz, “Gençler umutla, yaşlılar anılarla yaşar.” diye bir söz var. Son zamanlarda hep anılardan söz eder oldum; değil mi?
Yaşlandım mı yoksa ben!