YAŞAMAK ZAMANI

İNANAMIYORUM, BU ZALİMLİĞE!

Saymaya kalksam, bitmez: Evde, sokakta, okulda… Askerde, karakolda, emniyette… Çocuklukta, gençlikte, yaşlılıkta…
Oğlanmış, kızmış… Kadınmış, erkekmiş hiç fark etmiyor. Başka ülkeleri pek bilmem de, bizim ülkemizde dayak her yerde…
Dicle Öğretmen Okulu mezunu öğretmen dostum Necmettin Çivilibal anlatmıştı; bir süre önce gönderdiği bir iletide. Özetleyeyim size:
Siirt’in Baykan ilçesinin eski adı Minar olan Dilektepe köyü… Çivilibal, köylerinde 5-6 yaşlarındayken henüz, evlerine yakın bahçelerine gitmek için jandarma karakolunun önünden geçmektedir. Nöbetçi jandarma onu durdurup bir soru sorar. Çivilibal’ın anadili Kürtçe olduğu ve Türkçe bilmediği için soruyu anlamaz; dolayısıyla hiçbir yanıt veremez.
Sanırım, “Sen kim oluyorsun da sorumu yanıtlamazsın!” diye düşünmüş olsa ki asker, bir tokat patlatır; çocuğun yüzüne.
Tanrı aşkına söyleyin lütfen! Olacak şey mi bu? Resmi kıyafetli, omzunda tüfek, belinde tabanca ve bıçak bulunan 20 yaşlarını aşkın bir insan, 5-6 yaşında suçsuz günahsız bir çocuğun sevgiyle başını okşaması gerekirken, ona nasıl tokat atabilir? Aklım almıyor bunu.
Yine Dicle mezunu eğitimci yazar Süleyman Demirkol da benzer bir anı anlatır; Zor Olanı Başarmak (*) adlı kitabında. Onu da özetleyeyim:
Diyarbakır’ın Çermik ilçesinin eski adı Tilender olan Bintaş köyü… 1950’li yılların sonu ama ilkokul yok henüz; Süleyman’ın köyünde. Abbas abisi Türkçe ve okuma yazma bilmediği için askerliğini yaparken çok zorluk çekmiştir. Kardeşinin geleceğini düşünerek onu köylerine en yakın bir köy ilkokuluna kaydettirir. Süleyman ikinci sınıfa geçince, babasına “İlle de beni Çermik’te bir okula gönder!” diye yalvarır. Gerekenler yapılır. Süleyman, 2. sınıfa Çermik’te başlar. Bir paydos saatinde çarşıda dolaşırken, babasını görmesin mi uzaktan. Çok sevinip koşarak elini öper. Ancak bakar ki, çok üzgündür babası. Merak edip sorar:
“Hiç sorma oğlum” diye anlatır babası: “Savcı hiç yoktan tutuklattı abini. Şimdi hapiste Abbas abin. Neden mi? Hani bir şirke, petrol arıyor ya bizim üzüm bağının yakınlarında. Boruları çalınmış. Onlar da karakola bildirmişler. Jandarma arama yapmış o bölgede. Üzümlerimiz çalınmasın diye gece gündüz bağda bekleyen abinden başka kimseyi bulamamışlar. Onlar da elleri boş gitmemek için abini alıp götürmüşler. Komutan ifadesini alıp savcıya göndermiş. Savcı mahkemeye sevk etmiş. Hâkim de tutuklamış.”
Siz Süleyman’ın yerinde olsanız, üzülmez misiniz?  Ve dahi sizin okumanız için çırpınan sevgili abinizi ziyaret etmek istemez misiniz? Bundan sonrasını şöyle anlatmış yazar:
“Pazartesi öğle tatilinde abimi görmek için doğruca cezaevine gittim. Baktım, bir jandarma cezaevinin önünde gidip geliyor. İlk defa cezaevi ve jandarma görüyordum. Jandarmanın da ne iş yaptığını bilmiyordum. Cezaevi dedikleri de küçük, tek katlı bir damdı. Önünde bir asker vardı. Cezaevine nasıl girilir, nasıl hareket edilir bilmediğimden, direkt cezaevinin

kapısına doğru yürüdüm. Kapıya yaklaşırken, jandarma beni gördü.
“-Ne arıyorsun?” dedi. Ben de:
“-Abim burada, onu göreceğim.” dedim.
Der demez jandarma yanağıma öyle bir tokat attı ki, neye uğradığımı şaşırdım. Bir şey diyemedim. Bana niçin vurduğunu da bilemedim.  Ağlayamadım da, gerisin geri arkama baka baka yürüdüm, gittim. O günden sonra jandarmadan öyle nefret ettim ki,  anlatamam.”
Yaa!.. Gördünüz mü, bir tokadın yaptığını!
Karşınızdaki bir ilkokul öğrencisi… İster birinci sınıfta olsun, ister beşinci sınıfta… Sizin yarınız kadar bile değil. Nasıl el kaldırırsınız, nasıl tokat atarsınız, böyle bir çocuğa?
Haylazlığı da yok, üstelik size karşı bir saygısızlığı da…
O çocuğun içine bu nefret tohumunu ekti de ne kazandı o jandarma?
Bunun için mi görevlendirilmişti orada?
Yoksa o güne kadar kendisinin de ailesinde, sokakta, okulda, özellikle askerliğinin acemilik döneminde yediği sayısız tokatların bilinçsiz bir yansıması mıydı bu?
Böyle bir nefreti parayla pulla satın alamazsınız; hiçbir yerde. Kesinlikle, kesinlikle!..
Şimdi nasıldır bilmiyorum da, o yıllarda yani 1950’lerde, 1960’larda jandarmaya tokat atmaktan başka bir şey öğretilmiyor muydu acaba!
Bu bölümü kitabında şöyle bitiriyor yazar:
“Abbas abim bir aydan fazla kaldı cezaevinde. Sonra yeniden mahkemeye çıkarılınca, şahitlerin ifadelerini dinleyen hâkim, bakıyor ki Abbas abim gerçekten suçsuz, beraat kararı veriyor.
Abbas abimin cezaevinden çıkmasına ve suçsuzluğuna hepimiz çok sevinmiştik.”
Dostlarıma tavsiyem şu:
Bir yoksulu, garibi, kimsesizi sevindirmek isterseniz, önce onu haksız yere suçlayıp hapse atın; attırın. Ailesini ve yakın çevresini uzun süre üzdükten sonra, “Meğer sen suçsuzmuşsun.” deyip serbest bırakın; bıraktırın!
Övünmek gibi olmasın ama bu ne akıl, bu ne zekâ!..
Deli miyim ben, dostlarımın dışında herkese vermem; bu aklı zaten!




(*) Zor Olanı Başarmak (Anılar-Kültür-Hikâyeler), Süleyman Demirkol, Tel. 0505 641 85 25 Kent Işıkları Park Ajans Yay. Fatih/İstanbul, 2. Baskı, 2023, info@nubihar.com

Yayın Tarihi
06.04.2025
Bu makale 84 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!