Şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın yarım kalmış aşk acısında söz etmiştik; bir önceki söyleşimizde. Ve o acıyı dile getiren üç şiirini örnek vermiştik. Sanmayın ki, yalnızca onlar! Başka şiirlerinde de duyarsınız; dinmeyen bu sızıyı. Sözgelişi, “Hayal Ettiğim Şey” adlı şiiri şu dörtlükle başlar:
Gök mavi mavi gülümsüyordu,
Yeşil yeşil dallar arasından.
Altın sesi birden bire sordu:
“Ne haber, eski aşk yarasından?”
Ne biçim şeyse bir türlü iyileşmemiş; o eski aşk yarası! Gece gündüz rahatsız edip durmuş şairimizi. Belki unuturum diye askere gitmiş ama orada da bırakmamış yakasını.
Nerden mi biliyorum bunu?
Tarancı yedek subay olarak yapmış; askerlik görevini. O yıllarda her subaya bir emir eri verilirmiş. Her türlü işine yardımcı olsun diye. Emir erinin adı Abbas… Şairimizin ünlü şiirlerinden birinin adı da Abbas…
Kendisinden dinleyelim:
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı,
Dinsin artık bu kalp ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal, çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
***
İlk sevgili, ilk sevgili… İlle de ilk sevgili!.. Şairimiz unutamıyor; bir türlü onu. Askerlik görevini yaparken bile zor ediyor akşamı. Aklı fikri onda… Bilir elbet bilir; çilingir sofrası da dindirmez ama unutturur belki bir süre o kalp ağrısını.
Geçen haftaki söyleşiyi okuyan eşim, aynen Tarancı gibi ailesinin ısrarlı baskısına direnemeyip ilk aşkından vazgeçmek zorunda kalan ortanca dayısını anımsadı hemen. O da aynen bu şairimiz gibi ilk aşkından vazgeçmesinin cezasını hayatı boyunca çekmiş. Annesini darıltmamak için onun seçtiği kızla evlenmiş ama mutlu olamamış hiç.
Sonra da güzel bir örnek verdi:
“Teyze annemin iki oğlu vardı. Büyüğü Oktay, çalıştığı Hollanda’da Hermina adlı güzel bir kızı sevmiş. Evlenmek isteyince annesi karşı çıktı. “Olmaz, olamaz!” diye ayıldı, bayıldı. Ama Oktay dinlemedi annesini. Ve evlendi Hollandalı o kızla. Teyzem, erkek kardeşine karşı annesinin yaptığı kötülüğü eleştiriyordu ama kendisi de aynı yanlışı yaptı. İyi ki Oktay, dayımızın hatasını tekrarlamadı. Ve teyzem, Mine diye adını Türkçeleştirdiği Hermina’yı gelini olarak kabul etmek zorunda kaldı sonunda.”
Onu bunu bilmem, ben! Bildiğim bir şey var: Doğru bildiği yolda yürümeli her insan. Keşke annesinin ayılıp bayılmasına aldırmadan Hollandalı Hermina ile evlenip mutlu olan Oktay gibi, Tarancı da direnseydi ilk aşkında, eşimin dayısı da…
Şunu bilmeliyiz ki hepimiz, hep direnenler kazanıyor sonunda.
Direnmeyip yarı yoldan dönenler sürekli bir pişmanlık ve dinmeyen bir vicdan azabıyla yaşıyorlar hep. Yaşamak denirse buna!
Gelin, bu söyleşimizi de şairimizin ünlü bir şiiri ile bitirelim:
MEMLEKET İSTERİM
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
***
Dikkatinizi çekti mi hiç, bilmiyorum. Kimi ünlü politikacılar bu şiiri önemli söylevlerinin arasına koyarlar. Ama üçüncü bölümü hep unutmuş gibi yapıp okumazlar. Neden acaba?
Ben de mi öyle yapsaydım yoksa!