YAŞAMAK ZAMANI

Aksu Köy Enstitüsü – 15

BÜTÜNLEMEYE KALDIM MATEMATİKTEN

 

Henüz 11 yaşındayken, okuma uğruna ailemden ilk kez dokuz ay ayrı kaldıktan sonra köyüme, anneme, babama, kardeşlerime kavuştuğum için çok mutluydum. Ama…

“Ah şu ama sözcüğü olmasa! Güzel olan her şeyi berbat ediyor.” mu diyorsunuz?

Yok, yok! Ben öyle düşünmüyorum. O da çok gerekli bir sözcük…

Ama deyip devam edelim biz yine:

Evet, aylardır gözümde tüten köyüme ve aileme kavuşmuştum ama hiç rahat değildi içim.

Niçin mi?

Günler, haftalar geçiyor; okuldan beklediğim mektup gelmiyordu bir türlü.

Ne mektubu mu?

Mayıs ayı bitip de okul tatil olunca karne verilmemiş, sınıfı geçip geçmediğimiz bildirilmemişti.

“Siz gidin, durumunuz mektupla bildirilecek.” denmişti.

Dolayısıyla durumumu soran hiç kimseye, sınıfı geçtim de diyemiyordum; sınıfta kaldım da…

 “Başarısız sayıldığın için bir ya da birkaç dersten ikmale mi kaldın yoksa?”  diyen de oluyordu. Bu sorunun yanıtını da bilmiyordum ki!

Bunlar neyse ne de, sorulmayan bir şık daha vardı ki, o çok korkutuyordu beni. Neydi o şık biliyor musunuz?

“Okuyamaz; öğretmen olamaz bu çocuk!” denip okulla ilgilimin kesilmesi…

“Yok canım, böyle bir şık olamaz” mı diyorsunuz?

Vardı; böyle bir şık da vardı gerçekten.

Öğretmenler kurulunda bulunan öğretmenlerin yarısından bir fazlası bu düşüncede ise, o öğrenci için yolun sonu gelmiş demekti.

Birinci sınıftaki bir öğrenci çok tembelse, derslerin birçoğundan zayıfsa, ahlak kurallarına uygun olmayan davranışları, alışkanlıkları varsa böyle bir karar veriliyor ve o çocuğun okulla ilgisi kesiliyordu.

“İyi de, senin için niçin böyle bir karar verilsin ki?” diyeceksiniz.

Günler geçtiği halde okuldan hiçbir haber gelmeyince, 12 yaşındaki Hüseyin Erkan’ı korkutuyordu işte bu varsayım.

“Keşke biraz daha çalışsaydım derslerime! Keşke her dersten yüksek notlar alıp öğretmenlerin gözüne girseydim! Keşke vaktimin çoğunu oyun oynamaya, kütüphanede gazete, dergi, kitap okumaya harcamasaydım!” deyip durdum.

İyiden iyiye meraklanmaya başlamıştım ki artık, “İhsan Öğretmen çağırıyor seni“ dediler.

Koşarak gittim evine öğretmenimin. Elini öptüm önce.

“Bir mektup geldi Aksu’dan. Okuyunca sevinecek misin, üzülecek misin bakalım?” deyip bir zarf çıkardı cebinden.

Neler neler geçti aklımdan o an, anlatamam. “Çabucak aç zarfı da, oku sevgili öğretmenim!” diyemedim elbet. Merakla bekledim.

Televizyon programlarında böyle durumlarda araya reklamlar koyarak izleyenleri meraktan çatlatan sunucular gibi yapmayıp söyleyivereyim sonucu ben:

Geçmişim de tüm öteki derslerden,  bütünlemeye kalmışım bir tek matematikten. Oh be! Rahatladım işte o an. Okuldan da kovulmamış, sınıfta da kalmamıştım. Daha ne!

Nedir ki bir dersten, o günlerde “ikmâle kalmak” dedikleri bütünleme!

15 Ağustos‘ta okulda olmam gerekiyormuş. Olsun, giderim. Ve o güne kadar da o dersi, o kitabı A’dan Z’ye dümdüz ederim; dedim içimden.

“Ben senden sınıfı geçmeni beklerdim. Ama bir dersten ikmale kalmak da hiçbir şey değil.” deyip moral verdi öğretmenim.

Bütünlemeye bırakmakta çok haklıydı; matematik öğretmenim Hasan Atalay.

Zayıftı; yazılı notlarım çünkü. Düzeltmek için de bir çabam olmamıştı nedense.

Evet, kabakulak hastalığı nedeniyle 21 gün revirde yatmak mecburiyetinde kalmıştım ama bu bir mazeret olamazdı.  Öncesi yok muydu bunun? Ya sonrası?..

Hiç sorun yapmadım bunları. Üzülmedim; sevindim aksine. Eve döner dönmez açtım matematik kitabımı önüme. Şunu biliyorum, bunu bilmiyorum demeden, elimde kalem, önümde defter, ilk satırdan başladım okumaya: Anlayarak, düşünerek, öğrenerek…

O günden sonra sekiz-on sayfa çalıştım her gün. Not tutarak, örnek problemleri kitaba bakmadan kendim çözerek…

Matematik kitabının yaklaşık üçte ikisi aritmetik, üçte biri geometriydi. 15 Ağustos‘ta okula gittiğimde öyle rahat, öyle huzurluydum ki! Kitapta çözmediğim, çözemeyeceğim hiçbir problem yoktu çünkü.

Öyle güveniyordum ki kendime, harıl harıl sınava hazırlanan arkadaşlarıma:

“Bu kitaptan istediğiniz problemi sorun, birkaç dakikada çözüvereyim.” diyordum.

İnanmayıp kendilerince en zorunu seçip, “Haydi bunu çöz de görelim.“ diyorlar, ben de gerçekten birkaç dakika içinde çözüp koyuveriyordum önlerine.

Doğru olduğunu anlayınca hayret ediyorlardı.

1954 Eylül ayının ilk günleri…  Sınav günü geldi çattı. O yıllarda sözlüydü, bütünleme sınavları. Birçok arkadaş telaşlı ve heyecanlı idi. Bende ne heyecan, ne telaş…

Niçin olsun ki? Sıram gelince gireceğim içeriye, ne sorulursa sorulsun, yapıvereceğim hemen.

Gerçekten de çok rahat girdim; sınav yapılan sınıfa. Üç öğretmen vardı içeride. Biri ders öğretmenim Hasan Atalay tabii…  “Erkan! Geç bakalım, karatahtanın başına“ dedi; canım öğretmenim!

Geçtim hemen, aldım elime bir tebeşir.  Üç aritmetik bir de geometri problemi sordular. Durup düşünmeden çözdüm hepsini. Şaştı kaldı matematik öğretmenim:

“Bak Erkan, çalışınca pek güzel öğreniyormuş insan demek ki? Yıl içinde niçin çalışmadın sen? Bundan sonra bütünlemeye kalmak yok matematikten. Söz mü?” dedi.

“Söz öğretmenim” dedim.

“Haydi, geçtin bu sınavı; çıkabilirsin.”

Ertesi gün yazılı olarak ilan edilen sınav notumun ”9 Pekiyi” olduğunu gördüm.

Bir notumu kim, niçin kırmıştı; bilmiyorum.

O zamanlar hiç aklıma gelmemişti bunu sormak.

Sınıfımı geçmiştim ya! Önemli olan buydu. Değmeyin benim keyfime artık!

Yayın Tarihi
05.09.2022
Bu makale 283 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!