YAŞAMAK ZAMANI

Aksu Köy Enstitüsü-Aksu Öğretmen Okulu 16

                                              GÖREBİLSEYDİ KEŞKE!

            1954-1955 ders yılı başlarken, bir yıl önceki gibi, Aksu Köy Enstitüsü değil, Aksu Öğretmen Okulu idi artık; okulumuzun adı. Ve ben bütünlemeye kaldığım I. sınıf matematik dersinden eylül başlarında yapılan sözlü sınavda iyi bir not alarak başarılı olmuş, II. Sınıfa geçmiştim.

            Bütünlemeye kalmakla birçok şey öğrenmiştim: Birincisi, matematiğin zor bir ders olmadığını… İkincisi, hangi dersten olursa olsun, bütünlemeye kalsam bile, hiç kimseden yardım almadan, ders kitaplarından yararlanarak en yüksek notu alabileceğimi… Üçüncüsü belki en önemlisiydi: İyice artmıştı kendime olan inancım ve güvenim. İsteyince her konuda başarılı olabilirdim ben demek ki.

            İkinci sınıfta da yine sevgili öğretmenimiz Hasan Atalay giriyordu; matematik dersimize. Ve bütünleme sınavından çıkarken, “Bundan sonra matematikten bütünlemeye kalmak yok Erkan, söz mü?” demiş, ben de “Söz, öğretmenim“ demiştim.

            Bizde “söz!..” demek, “Nâmusum ve vicdanım üzerine söz veriyorum.” demektir ki, kaçış yolu yoktur bunun. Mutlaka tutulmalıdır o söz. Tutulmazsa kazancın, nâmussuz ve vicdansız olduğunu kanıtlamış olursun sadece! Şükürler olsun ki, ülkemizde söz verip de sözünden cayan olmuyor hiç!

            Öyleyse, öteki dersler gibi, matematik için de gereğini yapmalı, bütünlemeye kalmamalıydım. Bütünleme sınavında üç matematik öğretmeninin ortak kanılarıyla “9 pekiyi” notu alan bir öğrenci olarak sapasağlam demekti temelim. İkinci sınıf matematiğini de çok rahat taşırdı bu temel.

            Gerçekten de öyle oldu. Hiç mi hiç zorlanmadım; o yıl matematikten. Gerçi önceki yaz, “Keşke daha az zaman ayırsaydım, ders dışı okumalara!” demiştim ama ilkokul süresince gazete, dergi ve ders dışı kitap görmemiş, bulamamış, okuyamamış bir çocuk olarak çok açtı beynim ve yüreğim!

            “Mütalaa” denen, “okuma, ders çalışma, inceleme, araştırma” anlamında üç etüt saatimiz vardı. Biri akşam yemeğinden önce, ikincisi akşam yemeğinden sonra… Üçüncüsü de sabah kahvaltıdan önce. Zaten birinci etüdün adı, “serbest okuma saati” idi. Özellikle 1950 öncesi öğrencilerin mutlaka ders dışı bir kitap okumaları istenirmiş bu saatte.

            Öğretmenler kontrol ederlermiş; bu kurala uyulup uyulmadığını. Uymayanları uyarırlarmış. Bizim zamanımızda bu kural işlemiyordu nedense. Akşam yemeğinden önceki bu etütte ders çalışmayı sevemediğim için, ders dışı kitap okumayı yeğliyordum genellikle.

            O yıl, “Ziya Gökalp" adlı bir kitap aldım; okul kütüphanesinden. Öyle güzel anlatıyordu ki Ziya Gökalp’i bu küçük kitap! Önceki yıl, okuduğum kitaptan Nâmık Kemal’i nasıl tanıyıp sevmişsem, Ziya Gökalp’i de çok sevdim. Üstelik Gökalp’in dili, çok daha anlaşılır bir Türkçe idi. Zaten halkın konuşma dilini savunmuş o, yaşamı boyunca. Ve şöyle dile getirmiş bir şiirinde bu düşüncesini:

                        Güzel dil Türkçe bize

                        Başka dil gece bize.

                        İstanbul konuşması

                        En saf, en ince bize…

            Daha sonra merakla okuduğum “Türkçülüğün Esasları” adlı ünlü eserinde ilk madde olarak “Dilde Türkçülük”ü anlatan değerli düşünürümüzün ikinci ele aldığı konu nedir, bilir misiniz?

            Bilirsiniz mutlaka da bir de ben söyleyivereyim: “Dinde Türkçülük”

            “Dinde Türkçülük” olur muymuş? Ne demek dinde Türkçülük?”  diyenlere, Vatan adlı şiirinde şöyle yanıt veriyor:

                        Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,

                        Köylü anlar mânâsını namazdaki duânın…

                        Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur.

                        Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın…

                        Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!

             Bir yıl önce Aksu Köy Enstitüsü 5. sınıf öğrencisi köylümüz Saim Tevfik Öztemel’in verdiği Nâmık Kemal adlı kitabı okuduktan sonra, "Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten” diyen o “vatan şairi”ni niçin sevmişsem, “Türk ve Türkçü olmanın birinci kuralı dilde Türkçülük, ikinci kuralı da dinde Türkçülüktür.” diyen Gökalp’i de onun için çok sevmiştim; hâlâ da seviyorum.

            İlginçtir ki, öğretmenliğimin ilk üç yılı onun doğum yeri Diyarbakır’da, eski bir Köy Enstitüsü olan Dicle Öğretmen Okulu’nda geçti.(*)

            Atatürk, 1932’de “Türk Dil Kurumu”nu kurup “Dil Devrimi”ni başlatarak Gökalp’in “Dilde Türkçülük”,  bir süre sonra da minarelerden “Tanrı uludur, tanrı uludur; Tanrı’dan başka yoktur tapacak.” diye başlayan Türkçe ezanı okutup  “Dinde Türkçülük” hayalini de gerçekleştirir. Nâmık Kemal gibi onu da henüz 48 yaşındayken kaybetmeseydik de görebilseydi keşke o güzel devrimleri!

            Ne yazık ki, bugünlerde Nâmık Kemal adını da anan yok, Gökalp’in adını da… Günümüzün milliyetçi geçinenleri, dilde Türkçülüğe de karşılar nedense, dinde Türkçülüğe de…

            Şair Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi, “Ey benim dev memesinden cüceler emziren acayip memleketim!” diye bağırmak geliyor şu an içimden.

 

 (*) Ziya Gökalp, 1876 Çermik / Diyarbakır, 1924 İstanbul

Yayın Tarihi
13.09.2022
Bu makale 242 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!