YAŞAMAK ZAMANI

MÜFETTİŞLER MÜFETTİŞİ

Ne yazık ki korku, şiddet ve yargısız infazlarla dolu yaşantımız hep. Doğrudan bizim başımıza gelmiş olmasa bile şiddet, ya da biz uğramamış olsak bile yargısız bir infaza dost, arkadaş, yakınlarımız ve çevremizdekilerin uğradığı haksızlıklar bunları gören, duyan ve okuyanların da gözünü korkutuyor.
Dolayısıyla şiddet ve yargısız infazları savunup uygulayan, uygulatan güçlüler, asıl amaçlarına kolayca ulaşmış oluyorlar böylece.
Her kötülüğü yaptırabilirsiniz; sizden gözü korkmuş birine. Yalan üstüne yalan da söyletebilir, iftira da attırabilirsiniz. Ticarette olduğu gibi spor ve siyasette de rakibinizin önce ayağına, yetmezse kafasına ve kalbine kurşun da sıktırabilirsiniz.
O iftira eden ahlaksız, o kurşun sıkan câni bunu öyle büyük bir iştahla yapar ki hem de, şaşar kalırsınız. Korktuğu için değil, sözgelişi dinine daha çok bağlı olduğu ya da vatanını ve milletini herkesten daha çok sevdiği için böyle yaptığını savunur; göğsünü gere gere.
Ne yazık ki, önyargılı pek çok kişi de hiç sorgulamadan inanıp alkışlar onları.
İnsanların gözünü korkuttunuz muydu, istediğiniz gibi yönetebilirsiniz onları. Bu gerçeği çok iyi bilen kurnaz yöneticilerin olumsuz örnekleriyle doludur tarih. 
Musevilik, Hristiyanlık. Müslümanlık gibi yaygın dinler de korku ve ödül temelli değil mi?
Şöyle bir bakın, bu üç dinin önde gelenlerine de kararı siz verin!
Tanıdığınız din adamı ya da din görevlilerinden kaçı korkuyu değil de sevgiyi savunur?
Önyargısız özgürce düşünüp sorgulamaya değmez mi bu sorular?
Haftalardır olduğu gibi bu söyleşimde de bire bir yaşanmış gerçeklerden yola çıkacağım yine:
Eğitimci yazar Süleyman Demirkol’dan çokça söz ettim; değil mi? Anılarını kaleme aldığı, Zor Olanı Başarmak adlı kitabından da…
Diyarbakır’ın Çermik ilçesinin bir köyünde doğar bu meslektaşım. Anadili Kürtçedir. Okul yoktur köyünde. Okumak ister ama o. Nice zorlu geçen ilkokul döneminden sonra, 1940’lı yıllarda Ergani yakınlarında 21 Köy Enstitüsünden biri olarak kurulan Dicle İlköğretmen Okuluna girmeye hak kazanır; 1964-1965 ders yılında. Yıllardır özlemini çektiği böylesi güzel  bir yatılı okula girebildiği için çok mutludur.
Derslerin başladığı ilk günlerden bir hafta sonu ne olmuş, yazarı dinleyelim:
“Pazar günü ikindiye doğru yatağıma uzanmış dinleniyordum. Birden Efendi Yüksel arkadaşım koşarak geldi:
‘-Biliyor musun? Herkes havuzda yüzüyor; biz de gidip yüzelim;’ dedi.
Hemen siyah şortlarımızı giyip koşmaya başladık.
‘-Sen yüzme biliyor musun?’ dedim.
‘-Yok,’ dedi.
‘-Bak, boğulursun;’ dedim.
‘-Yok yahu, benim boyum uzun, bana bir şey olmaz. Görmüyor musun, havuzun dibi

görünüyor.’ dedi.

Meğerse havuz çok derinmiş. Havuzun başına vardığımızda beden eğitimi öğretmeni herkesi altışar grup halinde yüzdürmüş; biz dört kişi kalmıştık. Biz de yan yana sırayla dizildik. Düdük komutuyla birlikte atladık suya. Ben suyun altında ne kadar yüzdüm bilmiyorum. Sudan başımı çıkarınca baktım, bir kıyamettir kopuyor. Hemen havuzun kenarından çıktım dışarı. Baktım, yüzme bilmeyen arkadaşım Efendi Yüksel suya batıp batıp çıkıyor. Beden Eğitimi Öğretmeni Hüseyin Bozoğlu hemen havuza atlayıp Efendi’yi sudan çıkardığı gibi:
‘-Eşşekoğlu eşşek! Madem yüzme bilmiyorsun, niye atlıyorsun?’ deyip Efendi’nin yüzüne bir tokat vurdu.
Havuzdan çıkardıktan sonra baş aşağı tutup yuttuğu suyu çıkarmasına yardımcı oldu. Efendi kendine gelince tekrar birlikte gittik yatakhaneye. Elbiselerimizi giyip gezmeye çıktık.”
Evet, yazarımızın bu anısını da dinledik kendisinden. Ne diyor, ne düşünüyorsunuz?
“Yazarın arkadaşı, öğretmenin söylediği o çok güzel sıfatı da hak etmiş, mübarek elinin sıcaklığını duyuran o tokadı da!..” mı diyorsunuz?
Gerçekten de öğretmenin hiçbir suçu günahı yok burada; değil mi?
Öyle ya, önceden ne uyarısı yapacak, ne önlem alacaktı ki öğretmen! Hemen havuza atlayıp boğulmaktan kurtarmış ya öğrencisini. Sonra da yuttuğu suyu çıkarmasına da yardım etmiş. Anaokulu çocuğu, ilkokul öğrencisi değil ya karşısındakiler. En küçüğü 12 yaşında, aklı başında delikanlılar! “Su insanı boğar, ateş yakar.” demenin ne anlamı var!
Kendi dalında başarılı olan adaşım o meslektaşımı yakından tanırım. Ergani’deki o okulda üç yıl birlikte çalıştık çünkü. “Eğitim Şefi” denen bir müdür yardımcısıydı. Eğitim işini senden benden daha iyi bilmese ne diye böyle bir görev versin ki, üst yöneticiler ona?
Elime koluma yazık demeden tokat atmayı da esirgemezdi hiç, güzel sözler söylemeyi de!..
Bu özelliği ve yeteneği ile daha yüksek rütbe ve makamları da hak ediyordu bence.
Nitekim 1990’ın başlarında Cağaloğlu’ndaki Dilem Yayınevinde ziyaretime geldiğinde Milli Eğitim Bakanlığı Bakanlık Müfettişi idi ki, alnının akıyla hak etmişti; bu rütbeyi elbette!
Müfettiş dediğin ciddi duruşu, görünüşü, sert ve tehditkâr sözleriyle öğretmenlerin de yüreğine korku salabilmeli!
Reşat Nuri Güntekin gibi ünlü bir yazara, Ahmet Kutsi Tecer ve Cahit Külebi gibi değerli şairlere, sevgili sınıf arkadaşlarım Güngör Altay ile tarihçi yazar dostum Necdet Sakaoğlu gibi güler yüzlü, yumuşak sözlü, yol gösterici ve kibar denetmenlere nasıl olur da, “Müfettişler Müfettişi” der gibi “Bakanlık Müfettişi” derim ben!
Zamanınızı boşa harcayarak kandırmaya kalkmayın beni lütfen!


NOT: Müfettişler Müfettişi, Orhan Kemal’in bir romanıdır.

Yayın Tarihi
24.05.2025
Bu makale 127 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!