Bu haftaki söyleşimize geçmeden önce, iki borcum var ödenecek. İzninizle önce onlar… Biri teşekkür, biri özür… Teşekkürüm, Hasanoğlan kökenli eğitimci Fevzi Coşkun ile eğitimci yazar Salih Koç dostlarıma… Niçin mi?
Önceki söyleşimde önemli bir yanlışımı hemen görüp uyardıkları için… Ne miydi o yanlış?
“Araştırmacı yazarımız Sercan Ünsal’ın babası, Pamukpınar Köy Enstitüsü mezunu Erzincan Senatörü Hayrettin Ünsal.” diye yazmışım. Yanlış tabii… Doğrusu, Niyazi Ünsal… Hayret yani! Nerden çıkıp geldi bu Hayrettin? Kimdir, necidir?.. Yanlışımı düzeltme fırsatı verdikleri için sevgili meslektaşlarıma yürekten teşekkürler!.. Bu dikkatsizliğimden dolayı sizlerden ve özellikle de değerli yazarımız Sercan Ünsal’dan çok çok özür dilerim.
Geçebiliriz artık, bu haftaki söyleşimize. Yaşanmış, gerçek bir öykü anlatayım önce:
Diyarbakır’ın Çermik ilçesi… 1951 doğumlu eğitimci yazar Süleyman Demirkol’un doğduğu köy, Çermik ilçesine yaya iki saat… Okul çağına geldiğinde köyünde okul yok. Türkçe’yi ve okuyup yazmayı askerliğinde öğrenen abisinin yardımıyla yakın bir köyde başlar ilkokula. Tek öğretmen, beş sınıf… Duyar ki, Çermik’teki okullarda her sınıfın bir öğretmeni varmış. “Aman, ne güzel!” diye imrenir o öğrencilere. Yeni ders yılı başlamadan önce:
“Baba, beni okutacaksan Çermik’e gönder” der. Nedenini sorunca babası dili döndüğünce anlatır duyduklarını. Babası uygun bulur; oğlunun bu isteğini. Gerekenler yapılınca Süleyman Çermik’te başlar ikinci sınıfa.
Köylüsü bir arkadaşıyla birlikte okula yaklaşık bir saat uzaklıktaki, kışın boş olan tanıdıklarının işlettiği bir kaplıca otelinde kalır. Okulu çok sever de öğle paydoslarından hiç hoşlanmaz. Neden mi? Çünkü tüm öğrenciler öğle yemeği için evlerine gider. Süleyman ne yapsın, bomboş okulda? Onun da karnı acıkmıştır. Babası haftalık 1 lira veriyor. Kalem, defter, silgi mi alsın onunla, karnını mı doyursun! Şöyle bir çıkıp dolaşayım derken, yakındaki fırından mis gibi bir taze ekmek kokusu gelmesin mi? Ayakları o yana çeker onu. Ve çeyrek ekmek alıp iştahla yiyerek bir güzel doyurur karnını. Katık mı dediniz? Taze mi taze, fırından yeni çıkmış sıcacık ekmek… Katığa ne gerek!.. Hep böyle geçer, öğle paydosları.
Bir hafta sonu, köylüsü arkadaşlarıyla birlikte evlerine gitmek üzere yola koyulurlar. Bir süre yürüdükten sonra bir araba sesi gelir arkalarından. Dönüp bakarlar ki, sarı renkli bir kamyon…
“Bu Karayollarının kamyonu… Kesinlikle alır bizi!” diye çok sevinirler. Yolun ortasına geçip ellerini havaya kaldırırlar. Kamyon yavaşlayıp durur. Sevinçle koşarlar, şoförün pencereden başını uzattığı yana. Onlar bir şey demeden, “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorar şoför.
“Tilender köyüne…”
“Paranız var mı?”
“Yok…” der demez çocuklar, suratını ekşiten şoför gaza basarak tozu dumana katıp uzaklaşır. Böylece sevinçleri kursaklarında kalır çocukların.
Bu sahne aynısıyla birkaç hafta yinelenir. Karayolları Müdürlüğü yolların bakımını yapıyor; şoför de her hafta sonu Diyarbakır’daki evine gidiyormuş. Bir gün olsun alma gereğini duymamış; kamyona çocukları. Niye alacakmış ki, parasız cıbıldakları! Değil mi ya? Altındaki kamyon devletinmiş; olabilir. Kendisi de devletin şoförüymüş; bu da doğru… Pekiyi, öğrenci de olsa bu köylü çocukları devletin çocukları mı?!
İlkokulu bitirince Ergani’deki Dicle İlköğretmen Okuluna girer; Süleyman. Altı yıl okuyup öğretmen olarak mezun olduktan sonra yıllarca köylerde, kasabalarda çalışıp emekli olur. Bir gün Diyarbakır’da memurlar kooperatifinin altındaki Birlik Kıraathanesinde arkadaşlarıyla birlikte sohbetteyken, bir adam gelip selam vererek oturur masalarına. Gelen kişi, Ethem Ertuğrul arkadaşının komşusu imiş. Bizim emekli öğretmen Süleyman Demirkol, “Ben bu adamı bir yerden tanıyorum; ama nerden?” diye düşünürken, arkadaşı Ethem:
“Bu arkadaş komşum Mehmet… Sivereklidir. Karayolları’nda şofördü. Oradan emekli…”
diye tanıtınca Demirkol’un beyninde şimşekler çakar. Dalıp gider, Çermik’teki ilkokul yıllarına.
“Aaa! Bu adam soğukta, rüzgârda, yağmurda, karda onu ve arkadaşlarını devlete ait kamyona almayan acımasız şoförün ta kendisi değil mi?” sorusuyla çözülüverir bilmece. Sesini çıkarmaz ama o gün.
Birkaç gün sonra, yine aynı kıraathanede bir masa çevresinde toplanmış emekliler. Şoför Mehmet de vardır aralarında. “İşte tam zamanı” diye düşünen Demirkol, “Arkadaşlar! Bir iki dakika beni dinler misiniz lütfen!” der. Herkes susup ona bakınca, Şoför Mehmet’e dönüp, “Mehmet Efendi, beni tanıyor musun?” diye sorar. “Hayır, tanımıyorum” yanıtını alınca, “Ama ben sizi çok iyi tanıyorum” diye başlayıp yıllar önce Çermik yolundaki insanlıkla bağdaştıramadığı davranışını anlatıp şöyle bitirir sözlerini:
“Sizde hiç Allah korkusu yok muydu? Ne olurdu bizi alsaydınız! Kamyon devletin, yaktığı mazot devletin, siz de devlettin şoförüydünüz. Paramız yok diye niçin almadınız bizi kamyona? Alsanız, ne kaybederdiniz?”
Şoför Mehmet hiç beklemediği bu suçlama karşısında renkten renge girer. Ne diyeceğini bilemez. Özrü kabahatinden büyük olarak şunu geveler yalnızca:
“Yahu ben ne bilecektim; siz okuyup adam olacaksınız da biz böyle karşılaşacağız!”
Süleyman Demirkol, Zor Olanı Başarmak (*) adlı eserinde bu bölümü şöyle noktalar:
“Ya, atalarımız ne demişler: ‘Dağ dağa kavuşmaz; insan insana kavuşur.”
Derim ki ben de: İyilikler de gelir bulur sizi bir gün, kötülükler de…
Dün olduğu gibi bugün de -oturdukları koltuklardan aldıkları güçle- kendilerinden zayıf gördüklerine her türlü kötülüğü yapabileceklerini sananların bu öyküden alacakları bir ders yok mudur sizce?
(*) Zor Olanı Başarmak (Anılar-Kültür-Hikâyeler), Süleyman Demirkol, Tel. 0505 641 85 25
Kent Işıkları Park Ajans Yay. Fatih/İstanbul, 2. Baskı, 2023, info@nubihar.com