YAŞAMAK ZAMANI

Angarya Değil Bu İş

“Zâlimlerin zulüm köpeklerine kaldı;
Özgürce salınıp gezdiğin o meydanlar.
Uyan, ey yaralı kükreyen aslan, uyan;
Uyan artık, bu gaflet uykusundan!” (*)

Diyen Nâmık Kemal’i o günün zalimleri 38 ay Kıbrıs’taki Magosa Zindanında çürüttüler. Ama biz bugün, o günün güçlüsü ve uşaklarına değil, Nâmık Kemal’e saygı duyuyoruz.
Var mı Bolu Beyinin adını bilen? Var mı Bolu Beyi ve uşaklarını saygıyla anan? Var mı, kara kaplı kitabı açarak Nâmık Kemal’e o insafsız cezayı veren “kadı” denen hâkimi sevgiyle yüreğinde taşıyan? Ölünceye dek vicdan azabı çekmemiş midir dersiniz; emri veren  zalime “Baş üstüne efendim!” deyip boyun eğen?
Onu bunu bilmem; oldum olası Bolu Beyini değil Köroğlu’nu sevdim ben!
Nâmık Kemal kendinden sonra gelen birçok şair ve yazarı etkilediği gibi, henüz askeri rüştiyede (ortaokul) okurken Atatürk’ün de kalbinde ve beyninde ilk kıvılcımı yakan şairdir. Selanikli Mustafa, niçin başka bir sözcük değil de “Kemal”i eklemiştir adına? Ve onu hiç bırakmamış bir daha. Atatürk, vatan ve hürriyet şairimize olan sevgi ve saygısını şöyle dile getirir:
“Benim bedenimin babası Ali Rıza Efendi, duygularımın babası Nâmık Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir.”
Evet, Nâmık Kemal’den aldığı yurt ve ulus sevgisiyle düşmanı denize döken Atatürk, sıra Ziya Gökalp’in düşüncelerini uygulamaya gelince hiç vakit kaybetmeden kolları sıvar. Saltanatı kaldırıp cumhuriyeti kurar önce. Sonra arka arkaya gelir devrimler. Hepsi de Gökalp’in daha önce dergi ve gazetelerde yazıp 1923’te Türkçülüğün Esasları adılı kitabında topladığı düşünceleri bir bir gerçekleştirilir. Bilirsiniz; saymaya gerek yok bunları.                                            
Atatürk’ten sonra yapabildiğimiz en önemli atılım ‘Köy Enstitüleri’ olmuştur. İkinci Dünya Savaşının güç koşullarında yatılı olarak 21 köy enstitüsü açıp binlerce öğretmen, ebe/hamşire, sağlık memuru ve tarım teknisyeni yetiştirerek halkımızın en önemli üç sorunu çözüm yoluna girmişken, 1946’da çok partili döneme geçilmesi ile bu girişim aksamış, 1950’deki iktidar değişimi ile de ne yazık ki sonlanmıştır.“Pekiyi, savaş kapımıza dayanmışken, para pul yokken, o güç koşullarda 21 köy enstitüsü nasıl açılmış?” diye sorarsanız, yanıt şu:
Atatürk gibi ülkemiz için yüzde yüz yararlı olacağına inanıp sonra da başarılı olmak için o yolda gece gündüz çalışarak… Evet, MEB H. A. Yücel ile arkadaşı İ. H. Tonguç’un sırrı bu işte!
1940’lı yıllarda benim köyümde iki derslikli bir ilkokul vardı ama öğretmen lojmanı da yoktu, uygulama bahçesi de… Aksu Köy Enstitüsü mezunu öğretmenimiz İhsan Özel gibi birkaç yıl sonra atanan Ali Uyar da bizim köylümüzdü. İkisi de dul anneleriyle birlikte kendi evlerinde yaşarlardı. Bu yüzden lojmana gerek yoktu ama köy enstitülerinin amacına uygun olarak uygulamalı tarım bilgisi vermek için okulun bir bahçesi olmalıydı. Bu iş için birbirinden ayrı aşağı ve yukarı mahallelerin tam ortasında çevresi incir bahçeleri ile sarılı bir düzlüğü uygun buldu köylümüz.
1940’ların sonlarıydı. İmece yöntemiyle temel kazılıp işe başlandı hemen. Gerekli olan taş, kireç, kum ve benzer araç gereçleri köylülerimiz temin ediyordu. Babama kum getirme görevi verilmişti. İyi de deniz ve göllerden uzak olan köyümüzde kumu nereden bulup da getirecektik?
Hiç dert etmedi bunu babam. Manavgat Irmağı geçiyordu köyümüz yakınından. Ama yüksek ve sarp dağlar arasındaki derin mi derin bir vadiden… İlkokul dördüncü sınıfa geçtiğim mayıs ayı sonuna dek, tüm akranlarım gibi uzaktan görmüştüm ama yanına, yakınına gidememiştim hiç
İlk kez o yaz, babamla birlikte sabahleyin erkenden kalkıp eşeğimizle Hıdrellez denen tepeye çıktık önce. Sonra patika bir yoldan ırmağa doğru yürüyüp Yatacak Çeşmesine ulaştık. Burada bitiyordu patika. Yokuş aşağı iniyorduk ama gittikçe zorlaşıyordu. Uzaktan mavi bir şerit gibi aktığını gördüğümüz ırmağın gittikçe artan gürültüsü yankılanıyordu dağlarda. Biz eşeğimize değil, eşeğimiz bize yol gösteriyordu.
Hiç acele etmeden dikkatle yürümeye çalışıp ulaştık sonunda ırmağa. Kuzeyden güneye doğru beyaz köpükler saçarak kulakları sağır eden büyük bir gürültüyle akıyordu su. İlk kez bir ırmak görüyordum yakından. Uygun bir yer bulup eşeğimizi suladık önce. Biz de elimizi yüzümüzü yıkayıp serinledik. Soğuktu ırmağın suyu. Avuç avuç içtik; doyuncaya dek.
Niçin gelmiştik biz buraya? Köyümüze yeni yapılacak okul için kum arayıp bulmaya… Bir aşağı bir yukarı giderek bulduk sonunda. Götürdüğümüz kürekle iki çuval doldurup yükledik eşeğimize. İnmek kolaymış da çıkmak zor mu zor! Bu kez eşeğimizi yularından çekerek önden yürüdü babam. İyi ki güneş inmiyordu oralara. Yoksa iyice zor olurdu; o dimdik yokuşu çıkmak. Biz neysek de ya kum yüklü eşeğimiz? O da bir can!..
Oflayıp puflayarak, çalılar arasından yollar açarak ulaştık sonunda, Yatacak Çeşmesine. Eşeğimizle birlikte biz de su içerek dinlendik orada biraz. En zorlu yeri çıkmıştık; kolaydı bundan sonrası. Hele hele Hıdrellez’e çıkınca köye gelmiş saydık kendimizi. Doğruca yapılmakta olan okulun önüne gidip boşalttık; çuvallardaki kumu. Vakit öğle olmuştu çoktan. “Bugünlük bu kadar… Yarın sabah yine erkenden çıkarız.” dedi babam.
İki gün daha gidip geldik. Yığdık altı çuval kumu ortaya.
“Yeter Osman aga; yeter de artar bu kadar kum.” dedi; komşular.
Doğrusu ya çalışan hiçbir köylümüz gibi bir angarya olarak görmedi; bu zorlu işi babam. Ve ben son sınıfı bu yeni okulda okuduğum gibi, kardeşlerim  Yusuf Ziya ve Ayfer de burada okudular.

(*) Bugünün diliyle söylemeye çalıştığım Nâmık Kemal’in Hürriyet Kasidesindeki şiirin aslı şöyle:
Kilâb-ı zulme kaldı, gezdiğin nâzende  sahrâlar;
Uyan ey yâreli şîr-i jiyan, uyan bu hâb-ı gafletten!

Yayın Tarihi
06.12.2025
Bu makale 48 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

ÇOK OKUNAN

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!