YAŞAMAK ZAMANI

İnanıyor musunuz siz?

“Nerede cehalet varsa,

cehennem oradadır.”

            Ömer Hayyam

 

            1957 – 1958 ders yılı… Aksu Köy Enstitüsü, pardon, Aksı Öğretmen Okulu 5. sınıf öğrencisiyim. O yılki ders programımızda yepyeni bir ders görünüyordu: Sağlık Bilgisi…

            Aa, ne güzel!.. Seviniyorum. Sağlığımızla ilgili ne yararlı şeyler öğreneceğim, kim bilir!

            Hangi öğretmen girer, acaba bu dersimize?

            Müdürümüz Enis Türköz mü, tabiat bilgisi öğretmenimiz Zeliha Karakapıcı mı, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu Musa Okay mı yoksa?

            Derken, haftada yalnızca bir saat olan “Sağlık Bilgisi” dersi geldi çattı. Edebiyattan cebire, kimyadan biyolojiye, psikolojiden sosyolojiye her dersin kitabı var ama bu dersin kitabı yok… Gözlerimiz kapıda… Kim gelecek bakalım?

            Öğretmen zili çaldıktan bir iki dakika sonraydı ki, daha önce hiç görmediğim orta yaşlı ve orta boylu bir bey girdi içeri. Her öğretmenimize olduğu gibi, hep birlikte ayağa kalkıp onu da selamladık saygıyla.

            Antalya Devlet Hastanesinde doktormuş. Müdürümüzün ricasıyla, sağlık bilgisi dersimize gelmeyi kabul etmiş.

            Sevgili Enis Türköz öğretmenim, değerli müdürüm benim!

            Düşünmüş ki, iki yıl sonra öğretmen olup köylere gidecek bu gençlerin sağlık bilgisi dersine tarım öğretmeni Ahmet Tuncer mi, iş bilgisi öğretmeni İzzet Karakurum mu, beden eğitimi öğretmeni Osman Aybastı ya da eşi Türkçe öğretmeni Naciye Aybastı mı girse?

            Yoksa edebiyat öğretmenleri Mustafa Şanlı, Mehmet Hamzaoğlu, kimya öğretmeni Sezai Ertuğrul, yoksa yoksa meslek dersleri öğretmenleri Şenay Can, Rıfkı Can ve Vedat Ak’a mı versem bu görevi?       Evet, fizik öğretmenim, müzik öğretmenim, resim öğretmenlerim de var ama… Ben mi girsem, bu derse yoksa?” diye düşünüp taşınmış ve:

            “Hayır, hayır! Hiçbirimiz bir doktor kadar yararlı olamayız.” kanısına varıp, “Mutlaka bir doktor vermeli bu dersi” diyerek böyle bir yol bulmuş işte.

            Siz benim yerimde olun da sevmeyin bakalım; öğrencilerini böylesine çok sevip düşünen Enis Türköz gibi bir yöneticiyi! (1)      

            Haftada bir saat da olsa, bir doktorla baş başa olacaktık, o günden sonra. Ve çok yararlı şeyler öğrenecektik mutlaka!  

            “Okulun doktoru yok muydu?” sorusu akla gelebilir.

            1953’te, 12 yaşındayken, “Aksu Köy Enstitüsü” diye girdiğim bu okulda, evet bir doktor vardı. Kabakulak hastalığına yakalanmıştım da o yıl, beni o iyileştirmiş; 21 gün revirde yatırmıştı. Bedia Kervancıoğlu’ydu adı. “Çapkın bir avukat eşi varmış; ayrılmış.” derlerdi. Çocuklarıyla birlikte okuldaki lojmanda kalırdı. İki-üç yıl sonra, başka bir okula gittiğini duyduk. O’ndan sonra, sürekli bir doktorumuz olmadı nedense.(2)

            Çoğu zaman, düşündüğümüz gibi olmuyor; her şey. Düşünüyorum da, “Sağlık Bilgisi” dersimize “Okuldaki öğretmenlerimizden biri girseydi keşke!” diyorum şimdi. Söyleyeyim nedenini:

            Kendisinden çok şeyler beklediğimiz doktor öğretmenimiz, geçip oturdu masasına. Çantasını açıp bir dosya çıkardı. Ve sonra başladı okumaya: “Hijyen nedir?”

            O, başını kaldırmadan ha bire okuyor; bizler de bir sözcüğünü kaçırmamaya çalışarak hızlı hızlı yazıyoruz; önümüzdeki deftere… Kitabı yoktu ya bu dersin, sınavlara nasıl hazırlanacaktık?

            Öyle bir şeymiş ki bu “hijyen”, sonraki derste de bitmedi, sonraki ayda da… Dahası, ders yılı sonu geldi ama “hijyen”in sonu gelmedi. Sanırım; tıp fakültesine başladığında tuttuğu notlardı; bize okuyup yazdırdığı.        

            Oysa bu notları bir yana bırakıp, “Mikrop nedir?” sorusuyla başlasaydı derse. Sonra, “Hastalıklardan nasıl korunabiliriz?” sorusunu tartışsaydık… El yıkamanın, öksürüp aksırırken ağzı kapamanın, günde en az 8 – 10 bardak su içmenin önemini anlatsaydı…      Nerde!..

            Ne dengeli beslenmeden söz edildi, ne diş fırçalamadan…

            Ne ilaçlardan dem vuruldu, ne aşılardan…

            Ne yalan söyleyeyim; yalnızca “hijyen” sözcüğü çakılıp kaldı belleğimde. Hiç dersime girmediği halde Dr. Bedia Kervancıoğlu’nun adını hiç unutmadım ama bir yıl dersime giren bu doktorun ne adı var belleğimde, ne soyadı… Nasıl olsun ki, hiçbir iz bırakmamış ki bende.

            Niçin mi anlattım bu anımı, söyleyeyim:

            Tıp fakültesini bitirmeyen doktor; teknik üniversiteyi bitirmeyen mühendis; hukuk fakültesini bitirmeyen avukat, savcı, yargıç olamıyor; değil mi?

            Doğrusu bu tabiî… Dahası, harp okulunu bitirmeyen subay, imam hatip lisesinden mezun olmayanı imam yapmadıkları gibi, belli bir kurstan geçip ehliyet almamış birinin de otomobil kullanmasına izin verilmiyor.

            Pekiyi, Atatürk’ün, “Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır!” dediği öğretmenleri nerde, nasıl yetiştiriyoruz? Doktor avukatlık yapamıyor, avukat mühendislik; mühendis de doktorluk ve avukatlık yapamıyorsa, öğretmen nasıl olabiliyor?

            Bakınız; Aksu Öğretmen Okulu ve Ankara Yüksek Öğretmen Okulu mezunu Prof. Dr. Süleyman Bozdemir diyor ki:

            “Öğretmenlik devamlı gelişme halinde olması gereken, hem alan bilgisi ve öğretme becerisi hem de genel kültür ve entelektüel olarak kesintisiz beslenmesi gerekli olan, çok özel bir uzmanlık alanıdır. Oysa bizde öğretmenlik mesleği devlet katında ve genel kamuoyunda fevkalade önemiyle orantılı olarak algılanmamaktadır.” dedikten sonra, yüksekokul ve fakülte mezunu diye, öğretmenlik bilgisi ve ehliyeti olmayan nice işsiz, isteksiz ve yeteneksiz kişilerin öğretmen diye atandıklarını anlatıp şöyle devam ediyor:

            “Oysaki bir konuyu bilmek ve öğretmek aynı şey değildir. (…) Bilmek, öğretmenlik için gerekli fakat yeterli değildir. (…) Bilginin nasıl öğretileceğini de iyi bilmek gerekir. (…) Öğretmenlik her şeyden önce bir ruh ve sevgidir. (…) Öğretmen her şeyden önce bir eğitimcidir ve insanın eğitilebileceğine inanır.”(3)

            Kaliteli öğretmenler yetiştirecek yeni yüksek öğretmen okulları açması gerekirken, var olanları da kapatan, bilim okulları açması gerekirken, pek çok din okulu açmakla övünen sözde millî eğitim bakanları ile “çağdaş uygarlık düzeyine” ulaşabileceğimize inanıyor musunuz siz?

 

----------------------------------------------------------------------------------   

 (1) Yazıyı bilgisayara aktaran kızım Dilem Gözde, burada parantez açıp, “Babacık! Tüm bu isimleri ve hatta ne öğretmeni olduklarını nasıl hatırlıyorsun, onca yıl sonra?” diye sormuş. Hiç unutmadım ki tatlım! Daha düne kadar birçoğuyla haberleştim. Mümkünse ziyaret ettim. Nasıl anımsamam ki, yalnız beynime değil, yüreğime de kazınmış adları.

 

(2) Ve yine bir parantez açmış Dilem. Demiş ki, “Sizler öğrenme aşkıyla yanıp tutuşan ne harika öğrencilermişsiniz babacık! Ve öğretmenlerinize karşı çok saygılıymışsınız. Biliyorsun, bizim lisede öğretmenlerle çok dalga geçerlerdi. Sınıftan ağlayarak çıkan birçok öğretmen olurdu. Ama eminim, senin gibi öğretmenlerimiz olsaydı, kimse dalga geçmeyi aklından bile geçirmezdi. Tıpkı bir tek O’nun adını anımsadığım sevgili edebiyat öğretmenim Ayten Gülergin gibi.”

 

(3) Osmanlı’dan Günümüze Eğitimdeki Gelişmelere Eleştirel Bir Bakış – 21. Yüzyılda Eğitim Sistemimiz Nasıl Olmalı?  Prof. Dr Süleyman Bozdemir, Cinius Yayınları, İstanbul 2021, 266 sayfa.

*Derim ki ben: Hiç vakit kaybetmeden, bu kitabı mutlaka okumalısınız.

Yayın Tarihi
29.05.2021
Bu makale 879 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!