‘Şark’ım acı cinas Garb’ım nakarat’

(5 Haziran 2009, Antalya Sanatçılar Derneği’nin düzenlediği Antalya Akdeniz Şiir Günlerinde “Haydar Ergülen Şiiri” üzerine sunulan bildirinin tam metni.)

 

 

 

Haydar Ergülen şiiri Behçet Necatigil’in şiiri gibi, sözcüklerin birden çok anlamıyla oynamaya, cinaslara dayalı, cinaslar yoluyla anlam katmanları, anlam ve çağrışım zenginliği yaratılan; Türkçe’nin mecaz dili olmasının olanaklarından beslenen bir şiir. Ergülen’in cinaslı şiirinde, sözcüklerin yoğun kullanımı yanında benzetme ve eğretilemeler yoluyla sağlanan imge zenginliği, anlam sapmalarına, ses ve sözcük yinelemelerine, uyaklara başvurarak artırılıyor. Cinaslı şiirde nesneler, nesnelerin halleri, nesnelerin mekân içinde yer alış biçimi; var oluşu / dünyada oluşu belirleyen insanlık hallerinin yerine geçer; insanın yerine geçen nesneler, çoğu kez şiirin öznesi olarak konumlanır. Ergülen bu yolla,  nesnelerin özgür hallerini bireyin dünya içindeki, bireyin kendisiyle hesaplaştığı anlardaki halleriyle özdeşleştiren bir metin oluşturarak, toplumsal öznenin tahakkümünden söylemi kurtarmaya çalışır.

 

Ustalara saygı şarkılara merhaba

 

Eski sözcüklerin kullanılması yoluyla anıştırmaların sağlandığı, açık ya da dolaylı göndermelerin yapıldığı her bir Ergülen şiirinde, bir filozof, bir ozan, bir yazar, bir şair karşımıza çıkar. Yahya kemal, İlhan Berk, Cemal Süreya, Edip Cansever, Selim İleri, Behçet Aysan, Metin Altıok, Ülkü Tamer, Osman Hakan A., Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Orhan Tekelioğlu, Mustafa Irgat, Mehmet H. Doğan, Sina Akyol,  Ahmet Arif, Ece Ayhan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Turgut Uyar, Can Yücel, Cenk Koyuncu, Zeki Müren, Neşet Ertaş, Hacı Taşan, Ali Ekber Çiçek, Ümmü Gülsüm; Rimbaud, Kavafis, Jorge Amado; Levinas, Pavese, Nâzım Hikmet, Wittgenstein  ve daha niceleri Haydar Ergülen şiirine sırası geldikçe konuk olurlar. Haydar’da “hayal içinde fakir Üsküdar’dan o rüyâya baktım” Yahya Kemal’dir; “Taşındın üstümüze yeni komşumuzun”da Dranas’ın Fahriye ablasını buluruz karşımızda; “bir özletip bir geri çekiyordun denizlerini” katıksız İlhan Berk, “benim içbükey sesime benzer sesiyle” Cemal Süreya, “taşımıştır gül saatlerinin sessizliğini” Ahmet Haşim’dir. Haydar Ergülen şiiri köklerini eski ve yeni şiirin kılcal damarlarına ulaşacak bir derinliğe olduğu kadar, çok geniş bir coğrafyaya da uzatan; Türk Halk şiirinden, mesellerden, darbı mesellerden, halk masallarından, Tekke ve Divan şiirinden,  Modern şiirimizin her döneminden beslenen; şiirimizin her dönemiyle her biçimiyle kardeşliğini, arkadaşlığını, akrabalığını korumaya özen gösteren metinlerarası bir tek metin olarak da değerlendirilebilir. 

 “Türkçe’nin Büyük Şiiri”nden, Türk şiirinin ustalarından ya da halk türkülerinden, halk şarkılarından deyiş alışverişi yapılan birkaç örnek bu konuda fikir verebilir: “Kış büyük geliyor nara gidelim” Pir Sultan’la buluşturur bizleri. Türküdeki “keklik” Haydar’da yerini “abdal”a bırakmıştır: “Avlarlar düz ovada abdalı”..,. “İzmir’in mehtapları, dökülür yıldızları…”; “Sevgilime bir ateş ver ah kalbimi yakayım dedim”; “Sen şiir ol ben mavi Boğaz’da buluşalım”, bizi hiç de yabancısı olmadığımız şarkılara türkülere götürür. Anıştırma ya da gönderme; sadece dizeler ya da deyişlerle yapılmaz, sözcükler de bu konuda işlev üstlenir: “Balkon”da Sezai Karakoç; “kupon”da Necatigil hemen yakınımızda bitiverir. “Cemi cümle bir sofrada” Şeyh Bedrettin olduğu kadar 68’liler ve 78’lilerdir.

 

Şikâyetler gazeline hikmetli sözler

 

Metin Celâl, Ergülen şiirinin “yapılan” değil “söylenen” bir şiir olduğunu vurguluyor. “Söylenen”i bir başka anlamda kullanmak şartı ile biz de Ergülen şiirinin “söylenen” bir şiir olduğunu belirteceğiz: Ergülen’in şiiri “mırıldanan”, “yakınan”, “sızlanan”, “söylenip duran”, “şikâyet eden”; giderek “Şikâyetler Gazeli”ne dönüşen; insanı kendine ve çevresine yabancılaştıran büyük kent yaşamına karşı muhalefetini bazen “içlenerek”, daha çok  “şikâyet ederek” sürdürmeye çalışan; “şiir değil şikâyet burcundayız” diyen bir şiir.

“Yaşantının şiiri” olma özelliğiyle İkinci Yeni’yle yakınlaşan Haydar Ergülen şiiri, cinas yoğunluklu Necatigil şiiriyle kan kardeşi olması nedeniyle İkinci Yeni şiiriyle arasına mesafe koyar. İkinci Yeni’de imge yoğunluklu olan şiir; Behçet Necatigil ve Haydar Ergülen’de daha çok “hikmetli” sözlerdir. İkinci Yeni, “toplumcu” ya da “bireyci” “gerçekçilik”in “lirik” şiiri yerine “gerçekdışı”nın “gerçeküstü”nün “olağanüstü”nün “halusülasyon”lardan beslenen “hastalıklı” Türkçesini koyarak; bilinçaltı ve bilinçdışı gezinmelerin “kapalı” şiirine yönelen, bir tür “kopuş” şiiriydi. Necatigil ve Ergülen’in “gelenekçi” şiirlerinde, anlam “kapalı” değil, “gizli”dir / “sırlı”dır. “Gizli” şiirde sözcüklerin üzerini örten sır, alttaki “derin anlam”ı gizlemeye yarar; pozitivist açıdan yaklaştığımızda “bulmacayı çözerek”, mistik açıdan yaklaştığımızda sırrı aralayarak ya da kazıyarak alttaki anlama ulaşabiliriz. Ergülen şiiri bu açıdan ele alındığında Yücel Kayıran’ın “felsefi şiir” olarak tanımladığı; kendine has bir sorunu olan, bu sorunla cebelleşen “tür”e yakın bir şiir:

“Şairlerin mazrufu bir küçük felsefeyse / onlardan giden mektup samimi karşılanmaz” diyerek “sorun”a vurgu yapılması bundan olmalı.

“Sorun” dediğimiz şey açısından yaklaştığımızda, 80’li ve 90’lı yılların, Türkçe şiirde olduğu gibi Ergülen şiirinde de bir yol ayrımına zemin teşkil ettiğini görürüz:  

 

Nihilizmin 80 sonrası  

 

“80’li yıllar”, “kamusal insanın çöküşü”nü olduğu kadar, bireyin metropol yaşamının tek tip insanına ikamesi nedeniyle özgürlüğünü kaybetmiş olmasını; “birey” sözcüğünün özgürlük ve dayanışma simgesi olmaktan çıkıp bencillik çağrıştıran bir sözcük haline gelmesini ima eden bir tür zaman köprüsü olarak hatırlanmakta ve anılmakta. Bireyin, (modern terimler olan ve modernliğini nötr değerli olmalarından alan) “kalabalık” ya da (aynı anlama gelen) “kitle” tarafından yok edilmesi, 80 öncesi yılların genç kuşağının “köprü”nün bu yanına geçtiği aynı döneme rastlar. “80 öncesi”nin “toplumu dönüştüren özne”si “80 sonrası”nda benlik derdine düşmüş, kendi içine, eve ya da (alaylı ve eleştirel bir deyişle) “sırça fanus”una çekilmiş; toplumu dönüştürmek bir yana toplum tarafından dönüştürülen, “kitle”nin “kalabalık”ın bir parçası haline getirilen olmuştur. Kitle ya da kalabalık, Ergülenci metinde, modern yaşam “karnaval”ında kaynaşan “kandırılmış gövde”lerin toplamından oluşur; kandırılmış gövdelerin “yüzü yok”tur. “Kandırılmış gövdeler karnavalı”nda “öteki”, düşman değilse “yabancı”dır; “biz”im olan yerde, “biz”e ait mekânda “öteki”nin dostluğu göreli, geçicidir; “öteki” en iyimser durumda “biz”im konuğumuzdur; “biz” en iyimser durumda “öteki” karşısında “konuksever”izdir. “Biz”im “bizden” olanla ilişkisinde, insan değeri diğerinin karşısında ve diğerinin nezdinde “nötr”dür. Modern insan, sürünün ya da cemaatin değil de kitlenin, kalabalığın bir parçası olarak “kısacık bir şiiri bile doldurmayan hayatlar”a mahkum edilmiştir; bu hayatların her biri benzeri hayatlar karşısında umursamazdır. Modern yaşam bu anlamda, tek tek ağaçların içinde kaybolduğu, kaybolanların soluğu onda aldığı; “kaybolan”ları, “kaybeden”leri saklayan, “dokunaklılığını” “kayıp ağaçlar”ı saklama yeteneğinden alan, tikelliğin ve bireyselliğin içinde kaybolduğu bir ormandır.

“Herkes bu ormanda çalışıyor”; bu ormanda “hepimizin yalnızlığı birimiz için”.

Theodor Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” demişti. Nietzsche’nin sözünü ettiği nihilizm deneyimi, “en üst değerlerin değersizleşmesi”yle bizleri yüzleştirerek,  30’lu 40’lı yılların faşizmleri ve İkinci Dünya Savaşı döneminde olup bitenlerle fiilen bir kez daha yaşanacak; doğrulanacaktır. Yirminci Yüzyıl, “kabul edilmiş en yüksek değerler söz konusu olduğunda insan varlığının bir mutlak  (salt) tutarsızlığına kani oluş…” çağı değilse neydi? 

Adına “realite” ya da “gerçek dünya” denilen “dışarı”nın, insanı “tinsel değerlerinden”, ruhsal zenginliğinden etmesi; umudun yerine umutsuzluğu, ütopyaların yerine hedefsizliği, hiçbir şeye ulaşamayacağımız, her şeyin boşuna olduğu duygusunu koyuyor; birilerinin bizi aldattığına, kendi kendimizi aldattığımıza bizi inandırabiliyordu.  Nietzsche “kusursuz” bir nihilist olmaktan daha çok “bütün değerlerin değiştirilmesinin deneyi..” olarak nihilizmin deneyimlenmesinin kaçınılmazlığına bu nedenle dikkat çekiyor olmalıydı.

Radikal nihilizmin kötümserliği kendini şu tümceyle haklı çıkaracaktır: “Hedef yok: ‘Niçin’e bir yanıt verilebilmiş değil.” İnsan varlığının değer yorumuna uygun Nietzsche’nin radikal nihilizminin ön şekli olarak bu kötümserlikle birlikte, ahlâki değerlerin yerini alan olumsuzlamalar, değersizlik, anlamın yerini soyutlamanın alması, vb., Auschwitz’den sonrasının kuşağımıza bıraktığı mirastı. Soyut dışavurum; kötülüğün, kötümserliğin dışavurumu idi. Güzelin estetiği yerini çirkinin estetiğine terki diyar etmişti.

80’li yıllar Adorno’nun kehanetlerinden bir ikincisinin gerçekleştiği bir tarihsel dönemin de simgesi olacaktır: “Kitle kültürü endüstrisi” bu yıllarda, insanın zihinsel ve kültürel değerlerini modern çağın evrensel eşdeğeri paraya tahvil edilir, parayla ölçülür, parayla alınıp satılabilir şekle sokmuştur.

 

Baudrillardcı nihilizm

 

Nihilizmin son şekli bir başka kötümserlik, bundan sonra yakamıza yapışacaktır: Sözünü ettiğimiz kötümserlik, Nietzscheci nihilizmden Baudrillardcı nihilizme geçtiğimiz evrede başlamakta. Bu evre üretim toplumunun tüketim toplumuna dönüştüğü evredir. Nietzscheci ya da Adornocu nihilizmin kötümserliği, nesnelerin kullanım değerinin yerini değişim değerine terk ederek sadece maddi malların değil zihinsel yaratıların da meta haline gelmesiyle ilgiliydi. Baudrillardcı nihilizm ise metanın değişim değerinin yerini gösterge değerine bırakmasıyla ilgili. Meta alışverişinin değişim değerine tabi olduğu koşullarda, yine de evrensel eşdeğer parayla ölçülen, yine de üretim yasaları tarafından belirlenen bir “değer” söz konusu idi. Meta alışverişinin “gösterge değeri”ne tabi olduğu koşullarda metaların değeri üretim yasalarından daha çok tüketim yasaları; medya, reklam ve imaj teknolojileri tarafından belirlenmekte. Marks’ın “meta fetişizmi” adını verdiği şey, metanın kullanım değerini gölgede bıraktığı gibi, değişim değerini de belirler hale gelecektir. Gerçekliğin dil yoluyla, dil oyunları tarafından yaratıldığı, iktidara sahip olanların bilgi üzerinde egemenlik kurdukları; sözün bilgi, iletişim  ya da imaj teknolojileri tarafından üretilip, mikro ve makro iktidar oluşumlarına dayanak teşkil ettiği; egemen söylemin popüler anlamda “kamuoyu düşüncesi”, entelektüel anlamda “doksa” olarak  piyasaya sürüldüğü bir dönemdir yaşanan.

“İki kelimeyi bile olsun kavuşturamadık / birbirine, toplasan toplasan bir kasaba / bile / etmeyen bu sıkıntıda cümle nasıl kurulsun…” diye tanımlar Haydar Ergülen bu dönemi.

 

Sözler kuponlaşınca

 

Söz artık kupon olarak kesilip biriktirilmek, maddi değerlere ikame edilmek için vardır. Dil ile birlikte gerçeklik de kirlenmiştir. Söz kuponlaşmış, şiirsiz kalınmıştır. “Yalnızca körlerin gözleri”nin “temiz kalabilir” olduğu bir dünyada, “bir kuğu bile ‘bir kez olsun kendi etrafında’ kirlenmeden dönemiyorsa bu dünyada / neyi yazacaksın sevgilim, yaz!” der tam da bu noktada Ergülen’in söylenen, hayıflanan şiiri.        

İnsanlar gibi bilgi de nesneleşmiş, söz ve yazı metalaşmış; kültür üretimi meta üretimi sektöründeki üretim ve tüketim kurallarına entegre olmuş; modern sanat özerkliğini ve eleştirelliğini yitirmiştir. Modernist sanat kitle kültürü endüstrisinden, metalaşmadan, reklam ve imaj teknolojilerinden korunmak için “kendi içine kapanma”, “dar ve elit bir kesime açık olma” yolunu seçmiştir. Modernist sanatın metalaşmaya, kullanım değerinin yerini değişim değerine, değişim değerinin yerini gösterge değerine bırakmasına; meta fetişizminin değer belirleyiciliğine; nesneler gibi insanların da metalaşmasına   karşı ödediği bir tür bedel demek olan bu durum en çok şiir için geçerli.

Kalabalıkta yürüyen insanların gözleri birbirine değmemektedir; “kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?” diye sorar çağdaş entelektüel. Şiir bu noktada çağdaş entelektüelin yalnızlığının, kıstırılmışlığının ağıtı, tutunacak bir daldır; sözün kirlenmekten kurtarılması şairin ortaya atılmasını beklemektedir.

“Sözlerse şairin eline bakıyor yaşamak için”

Arada kendini gösteren umut parıltıları Ergülen’de “ne yapmalı?” sorusuna “bir şey yapmalı!” şeklinde karşılık vermeye enerji sağlamaktan henüz uzaktır.

 

Aşk imiş her ne yoksa âlemde

 

Bozulan, kirlenen dünyada şairin biricik kaygısı, şiirin, şiir dilinin kirlenmekten korunması. Dille birlikte şiir de onun dışında kirlenmeye devam ediyor. Dünya yüzünde temiz kalması muhtemel tek şey bu noktada aşk olabilir mi? “Bütün değerlerin değersizleştiği” bir dünyada değerinden kaybetmeyen tek şey aşk olabilir mi? Aşk ve şiir sözün kuponla ölçüldüğü bir dünyada sığınak olabildiği kadar, kirlenmekten korunması da gereken iki değer değil mi? Dilin arılığını, şiirin dilini kaybettiği bir dönemde aşk temizliğini, arılığını koruyabilir mi? “Evet!” diye cevap veriyor Ergülen bu soruya:

“Aşk imiş her ne var ise âlemde”.

Aşkın ve şiirin sadece sığınağı değil, korunağı da ev değil miydi? “Evin hali aşk üstüne çatılı.” Ya da “evin gözü aşk üstüne sürmeli.” Aşkın sığınağına çekilerek korumanın sağlanacağı düşünülmekte:

“Ve yalnızca aşkın borusu öter bu evde.”

Aşkın eve kapanmakla, içe kapanmakla, saklanmakla, gün yüzü göstermemekle korunamayacağı yaşantıyla deneyimlenecektir. Kendinde aşk, kendi kendine yeten aşk yoktur. “Şimdi bir başına kalan ev gibiyim…” Şiir için de aynı şey geçerli: “Ev neyse şiir o”dur. Aşk ve şiir güneş görmeyince küflenme kaçınılmaz hale geliyor; şair yakınması bu kez evde başlıyor:

“Temiz bir dize / çıkmaz ya kirli cümleden; Balkon, evlerin yeni / hayvanı, güneşe çıkaralım onu, cümleyi de / sokağa salalım ki sıyrılsın bütün imalardan /- cümlemizde sayıklayan o hayvan…”

Aşkın ve şiirin güneşe çıkarılması ikircikliğe neden oluyor; kararsızlık, şairi “aşk tatlı da insanlar berbat” demeye götürüyor.

“Kim ki aşk çarpıştırır biz kırılırız diyemeden / daha cümlemiz evlerde kırıldı da kurtuldu dilden / …şu kibirli evleri de / haydin aşka kuralım da biz çekelim cümle derdini…”

Dilin “kitle kültürü endüstrisi”nin bir gereği olarak imaj teknolojileri tarafından kirletilmesi gibi, aşk da cinsellik teknolojileri tarafından kirletilmiş; erotizm yerini pornografiye bırakmış; aşk gizeminden yoksun bırakılmıştır. Pornografik aşk gövdeler arasında gerçekleşen azami haz alışverişiyle değer kazanır olmuştur:

“sevişmekten yorulunca aşktan korkuyor

hayatı başka hayatların çıplak gövdesi”

Aşkı ve şiiri kurtarmaya yönelik şair diğerkâmlığı, bu noktada inadından olduğu kadar enerjisinden de epey kaybetmektedir:

“gövdelerin gecesi: benzerinin yüzünde ölümü öpen / ve soyunan yalnızlık korkusuyla benzerlerine”; “yataklar ter kokan cesetlerin buluşma yeri / gölgelerin çiftleştiği şehirde”…

 

Arkadaşlık vadisinin derinlerinde

 

Modern kentin saldırısına karşı ev aşkın ve şiirin kaçıp kurtulacağı, saklanıp korunacağı bir mevzi, sığınma yeri, barınak, korunak olmaktan çıkmıştır.

Aşkın ve şiirin belleği, sığınak ya da barınak olarak geçmişe, eskiye yönelmekle avunacaktır. Fantastik iyimserlikten, nostaljik gerçekçiliğe varılacaktır: Dostluk arkadaşlık gibi sözcüklerin içinin boşalmadığı günler; aranan, özlemi çekilen bir tür “altın çağ” olarak duyumsanacaktır:

“evler içe doğru açılıyordu daha / kelimeler içe doğru açılıyordu daha / içe doğru açılıyordu daha / iki kişi bir insanda”.

“Derin arkadaşlık vadisinden daha başdöndürücü olamaz hiçbir uçurum.”

“Derin arkadaşlık vadisi”ne inilen yolda şairin gençliği durur. Gençlikte konaklanabilir, gençlikte korunabilir mi aşkın ve şiirin haysiyeti?

“Gençtim: Bugün dalgalıyım, yarın durulurum! / Güneşliydim: Biraz yağmurluyum hemen kururum!”

Gençlik ancak bir durak, bir dinlenme yeri olabilirdi; öyle oldu.

Soru(n) devam eder: “Neredesiniz arkadaşlıkla döndüğüm günler?” “Arkadaşlık vadisinde kaybettiğim öteki benim! / benim arkadaşlığın terk ettiği o kayıp vadi!”

Arkadaşlık, kardeşlik gençlikten de ötelerde, öncelerde aranabilir: “Sürülecek bir boşluğu olanlar”dan söz etmişti şair.

“Eğer bahçe derinse / sen çocuktaki kirazı gör”.

Derin arkadaşlık vadisine şimdi ulaşıyoruz:

“Vadi iki çocuğun sesiyle ölçülürdü, bilirim / eski haritaya bakanlar arkadaşlık görürdü”.

“İki kişi”nin “bir insanda” “içe doğru açıldığı” altın çağ, “taşra”da, bir “eski şehir”de, yaklaştığımızda uzağa kaçan, uzaklaştığımızda eteklerimizden çekiştiren çocukluk günlerinden başka ne olabilir?

 

Riyakârlığa rüyakâr şiir

 

Riyakârlığın başlıca meziyet haline geldiği Yirminci Yüzyılın son, /Yirmi Birinci Yüzyılın ilk döneminde “rüyâkâr”lığın şiiri “hikmetli sözler” olarak yazılıp söylenecek; felsefesini doğu bilgeliğinden edinecektir. Bu özelliği, özellikle “Nar” şiirinden yola çıkılarak Ergülen’in mutasavvıflığına; Ergülen şiirinin vahdet-kesret felsefesini işaret ettiğine; dinsel mistisizmde “bir” olan “mutlak varlık” ya da tanrı inancına vardığına kanıt gösterilecektir. “Alevi dedesi” Haydar Ergülen’in şiirlerine Alevi-Bektaşi kültürünün etkisinin sinmiş olduğunu inkâr edemeyiz. Ergülen’in bilgeliği eskiye ait çağrışımlardan esinlense beslense de “Cemi cümle bir sofrada” deyişi, Şeyh Bedrettin’i olduğu kadar 68’lilere ve 78’lilere de göndermede bulunur. Haydar Ergülen’in “Nar”ında kabuk tekkeyi, taneler dervişleri ima etmiyor değil. Ancak “Nar”ı ayıkladığımızda elimize daha çok “kardeşlik” “arkadaşlık” “iyilik” “güzellik” “merhamet” “hoşgörü” “anne” ve “çocuk” taneleri dökülür.

“Kırk Şiir ve Bir”e kadar gelen Haydar Ergülen şiirinin buradan yola çıkarak dünyevi bir şiir olduğunu söylememizde bir sakınca olmayabilir.

 

Nihilizmin 90 sonrası

 

90’lı yıllardan başlayarak Ergülen’de; yaşantının dünyevi şiirinde farklı patikaların denenmeye başlandığına; yaşantılanan şeyin dönüşüme uğraması ve ölümün dert edilen şeylerin birinci sırasına konulmasıyla farklı yollara sapıldığına tanık olmaktayız. Ölümün onu “üvey kardeş” olarak bile görmeyenlerin elinde “cinayet”e dönüştüğü bir duyarsızlık çağıdır yaşanan. O duyarsızlık nedeniyledir ki insan “başkasında kötülüğü sevmekten / kendindeki iyiliği de sevemiyor” hale gelmiştir.

“Ölüm olmayınca hayattan bir şeyler eksiliyor / anlam bir hiçliğe düğümleniyor sonunda”.

Bu dönem “hayatın tarlasında ölümü de sürerdik” denilen bir dönemdir. “Ölüm” / “asude ülke” dünyevi ütopyanın, nostaljik altın çağ arayışının önüne geçmiştir. “Şiiri anlayanlar” altın çağ arayıcılığına “heves” ettiren “ölümü anlayanlar”la sınırlanmıştır.

“İyiliğin beyaz şiiri nasıl yazılabilir / tez döndürdüler beni / tuttuğum bu beyaz yoldan / ‘umutsuzluktur’ ya ‘şairin işi’…

Bundan sonrası “hayat”ın da “ölüm”ün de “kötülüğe dair” olduğu bir dönemdir. Nihilizm deneyiminin 90 sonrası kötümserliği, Haydar Ergülen’i 2000’li yıllarda şiirimize egemen olan mistik temalara yönlendirecektir. Gövde ve ten diyalektiği “hırka”nın da araya girmesiyle tasavvufi kılığa bürünecek; “asûman”, “asû dem”, “cem olan”, “dem duyan” ve “can olan”ın sağladığı “asûde-dil” / “asûde-hâl”, gittiği yerde “samimi karşılanması” için şairin “mazruf”unu “bir küçük felsefe” olmaktan çıkarmış olacaktır.

Haydar Ergülen şiirindeki doğu bilgeliğine has, hikmete dayalı felsefi gövdeye giydirilen tasavvufi  giysi şairi “sözü hırkasından tutma”ya vardıracaktır. Bundan sonra felsefe söz konusu olduğunda “heves” yerine “nefes”; heves olmanın ötesine geçemediği anlaşıldığında, geleneksel olana aidiyetinin altı çizilerek, aşkınlaştırılan aşka gazel yazılacaktır.

 

Şark’ım acı cinas

 

Kendini “geçmiş zaman sahilinden yeni hayata çıkılamaz!” diye ortaya koysa da sonuçta Ergülen şiirinin “asri zamanlar”a değil “asli” zamanlara yöneldiğini görürüz. “Asli” zaman Ergülen’de eski zaman demektir:

“-‘Yeniler almıyorum’, onların olsun yeni hayat, yeni dünya, yeni…

şiir gibi ortada kalsın, bize kalsın, şu kimsenin almadığı eski…”      

Haydar Ergülen şiiri nereden nereye gelmiş; nerede duruyor olabilir?

Ergülen, “hüznün kraliçesi” olarak adlandırdığı Mostar Köprüsü’nü Doğu-Batı arasındaki simgesel sınır olarak ele alır. Mostar Köprüsü’nün üzerinde duran biz yorumcular açısından Ergülen şiiri Goethe’den “Doğu ve Batı arasında gidip gelmekle edinilen erdem”i almıştır ve Ergülen şiiri ilk döneminde bu erdem üzerinde; Mostar Köprüsü’nün Batı yakasında yer alır. Ergülen şiiri ikinci döneminde Jim Morrison’dan “diğer dünyayı düşleyen” “kaybolmuş cenneti arayan” kişi temasını devralır. Bu döneminde Ergülen şiiri Mostar Köprüsü’nün üzerinde durur ve bir ayağı köprünün doğusuna diğer ayağı köprünün batı yakasına basar. “Heves”lerin yerine “nefes”lerin yazıldığı, aşka gazel yakılan son dönem Haydar Ergülen şiiri “bir günlük ağacı gibi aşkın doğusundanım / çöl diye geçilen aşk doğudadır” demeye getirir ve her iki ayağıyla da Mostar’ın doğusundaki coğrafyaya basarken, kendini şöyle tanımlar:

“Şark’ım acı cinas, Garb’ım nakarat”.

Yayın Tarihi
04.06.2009
Bu makale 5588 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!