Girit’in Venediklilerden Osmanlı egemenliğine geçtiği 1669 yılı Giritliler açısından bir dönüm noktasıydı. Osmanlılar Giritlilerin dini kurumlarına dokunmadılar, ibadetlerini engellemediler, kendi dillerinde eğitim yapmalarına karışmadılar, emlak ve arazilerine dokunmadılar, Müslim-gayri Müslim ayrımı yapmadılar. Alınan toprak vergisi Venediklilerinkine göre daha az ve daha “adil” idi. Girit’te bu tarihten itibaren uzun süre Türkler ve Giritliler (Müslümanlar ve Hıristiyanlar) barış içinde yaşadılar, kaynaştılar.
rn
1830 yılında Yunanistan’ın ulusal bağımsızlığını ilan etmesi Giritlilerde milliyetçi duyguların ve ayrılma isteğinin gelişmesine yol açtı. 1864 yılında “Yedi Ada”nın Yunanistan’a geçmesi bu duyguların daha da artmasını getirdi. 1800’lerin ortalarından itibaren Rumlar, Girit adasında sık sık isyan çıkardılar. Bu isyanlar Osmanlılar tarafından bastırıldı. Rumlar, 1866 yılında büyük bir ayaklanma başlattı. Bu ayaklanmanın etkisiyle 1867 yılında Hıristiyan halka geniş haklar sağlayan bir nizamname imzalandı. Nizamname ile tatmin olmayan Hıristiyanlar yeni haklar istedi. İstenen bu haklar da Osmanlı yönetimi tarafından kabul edildi.
rn
Tuna ve Kafkasya Cephelerinde devam eden (halk arasında “93 Harbi” olarak geçen) 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, Osmanlı Devleti açısından yenilgiyle sonuçlanmış; hem büyük toprak kayıplarına neden olmuş hem de Rus ordusunun İstanbul\''un eşiğine (Yeşilköy’e) kadar gelerek Osmanlı Devleti\''nin varlığını tehdit etmesiyle sonuçlanmıştı.
rn
Osmanlının zayıf düşmesinden yararlanmak isteyen Rumlar tekrar ayaklandı. Bu durum birçok yerde olduğu gibi Girit’te de yeni tavizler anlamına geliyordu. 1889 Nizamnamesi ile, daha önce verilmiş olan hakların bir bölümü geri alındı. Çıkan huzursuzluklar Hıristiyan-Müslüman çatışmasına dönüştü. 1896 yılında Hanya’da başlayan çarpışmalar adanın her yanına yayıldı. 25 Ağustos 1896’da yeni bir anlaşma yapıldı, yeni bir nizamname imzalandı.
rn
1898 yılından itibaren adada fiilen Yunan egemenliğinin geçerli olduğunu söylemek gerekir. Bu tarihten sonra Girit’teki Osmanlı varlığı “temsili” olmanın ötesinde değildi. 1901 yılında artan kargaşa 1905’te yeniden ayaklanmaya dönüşecek, Girit 1908 yılında Yunanistan’a bağlanacaktı. Girit’in Yunan adası olarak geçerlilik kazanması 1913 yılında yapılan Londra ve Bükreş anlaşmaları ile garantiye edilecekti.
rn
rn
Kaçışlar, göçler, mübadeleler
rn
rn
Arada bir meydana gelen çatışmalar ve ayaklanmalar sırasında Girit’ten Anadolu’ya akın başladı. Girit’ten Anadolu’nun çeşitli kentlerine dolayısıyla Antalya’ya 1896 öncesi karışıklıklar sırasında yapılan göçlere “birinci dalga göçler” denildi. “İkinci dalga”, 1896-1908 yılları arasındaki ve II. Meşrutiyet\''in ilanını takip eden dönemdeki otorite boşluğundan yararlanarak Girit’in Yunanistan\''a bağlanması sonucu Girit’ten Anadolu’ya gelenlere denildi. Gerek Yunanistan’dan ve adalardan Anadolu’ya, gerekse Anadolu’dan Yunanistan’a kaçışlar yoğun biçimde İstiklal Savaşı sırasında gerçekleşti.
rn
Birkaç ay gibi kısa bir süre içinde yüz binlerce Ortodoks Rum Yunanistan’a sığındı. Bu durum Yunanistan’da büyük sıkıntılara ve kargaşaya yol açtı. Yunanistan’ın nüfusu bir anda dörtte bir oranında arttı.
rn
Üçüncü ve son dalga göç ise, Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sonrasında gerçekleşti..
rn
Değişimin çok büyük bir bölümü 1923-1924 yıllarında gerçekleşmiş olsa da,1930 İnönü-Venizelos sözleşmesine dek zorunlu göç uygulamasına devam edildi.
rn
Mübadelede topraklarında kalanlar da yok değildi: Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumları nüfus mübadelesinden muaf tutulmuş, Lozan ile Türkiye\''ye verilen Bozcaada (Tenedos) ve Gökçeada (İmroz) adalarının yoğunlukla Rum olan halkları da mübadele kapsamı dışında kalmıştır.
rn
rn
‘Ölen ölür kalan sağlar bizimdir’
rn
rn
Mübadele esnasında 269 kişi gemilerde öldü. Gemide ölenler denize atıldı. Ölüler denize atılırken gemi mürettebatı geminin bir yanında dikkat çekici gürültüler yaparak dikkatleri o yana çeviriyor, ölüler o anda denize atılıyordu. Misafirhanalerde ya da misafirhaneye giderken de 870 kişi öldü. İskan edildikten hemen sonra ölenlerin sayısı ise 3.819.
rn
Girit’ten Türkiye’ye Müslümanları getirecek vapurların belirlenmesi için açılan ihaleyi İtalyan Lloyd Triestino Vapur Kumpanyası kazandı. Türk şirketlerin itirazı üzerine ihale iptal edilerek mübadilleri taşıma işi Seyr-i Sefain İdaresi ve Türk Vapurcular Birliği’ne verildi.
rn
Girit’ten Antalya’ya kimin nasıl geldiği konusunda yaşayanlardan kesin bilgiler edinme olanağı ne yazık ki yok. Giresun Gemisi Adana, İzmir, Ayvalık ve Mudanya’ya toplu halde mübadilleri taşıyor. Anlaşıldığı kadarıyla Giritli mübadillerin çoğunluğunu Türkiye’ye Giresun Gemisi’nin taşımış olduğu söylenebilir. Antalya’ya gelenlerin bir bölümü 1900 öncesi karışıklık yıllarında kaçarak gelmiş. Bir bölümü, diğer şehirlerimize olduğu gibi Antalya’ya da, İstiklâl Savaşı öncesi yıllarda ve yoğun bir biçimde İstiklâl savaşı yıllarında yine kaçarak gelmiş. Mübadele yıllarında gelenler diğer şehirlerde çoğunluğu oluştursa da, aynı şeyin Antalya için geçerli olduğunu söylemek zor. Rauf ve Ahmet Gülgen’in beyanları bunu doğrular nitelikte. Hüseyin Çimrin, “Bir Zamanlar Antalya” adlı kitabında Giritlilerin Antalya’ya 1898 yılında geldiğini söylüyor. Cumhuriyetin ilanından sonra gelen ilk Giritli kafilesi Çimrin’in araştırmalarına göre 30 kişiden oluşuyor. Antalya’ya Giritlilerin çoğunluğunun 1900 yılından önce geldiğini söylemek yanlış olmasa gerek.
rn
rn
‘Epirame ta Yenane Çeto Selaniçi’
rn
rn
Girit’te mani bilmeyen yoktur. En çok kadınlar mani söyler. Çocuklar da mani bilir. Sadece bilmekle kalmaz uydurur da. Okulda Rum çocukların Türk çocuklarla dalga geçmek için uydurduğu bir mani, Girit’teki Türklerin o günlerdeki durumunu özetler nitelikte:
rn
rn
Epirame ta Yenane
rn
Çeto Selaniçi
rn
Çevalame Turko
rn
Ena hodro kaziç
rn
rn
(Yanya’yı Selanik’i aldık, Türklere de kalın kazık koyduk.)
rn
Yukardaki dörtlük, o günlerde çocuk olanların belleklerinde kalan aşağılayıcı sözlerden sadece biri.
rn
O günlerde çocuk yaşta olmayanların o yılları hatırladıklarında söyledikleri bir tek söz var:
rn
“Allah bir daha o günleri göstermesin.”
rn
O günlerde çocuk yaşta olanlar dahil Girit’te doğan Antalyalıların hiçbiri artık hayatta değil. Yaşayan en yaşlı Giritli 1914 doğumlu Rauf Usta Türkiye’de doğmuş. Ağabeyi Mustafa Kaptan 1905 doğumlu; o da Türkiye’de doğmuş.
rn
rn
‘Toparlanın gidiyorsunuz’
rn
rn
“Toparlanın gidiyorsunuz!”
rn
“Yanınıza sadece günlük eşyalarınızı alabilirsiniz.”
rn
“Günlük olarak kullanacağınız eşyalarınızı, fotoğraflarınızı alabilirsiniz…”
rn
Gösterilen gemiye biniyorsunuz...
rn
160 kişilik bir yolcu gemisi olan Giresun gemisi, özellikle Girit’ten gelenler için göçün sembolü. Giresun gemisiyle her seferinde 800–900 kişi taşınmış. Tarsus limanına, Kuşadası’na, Ayvalık’a gelen Giritliler bu gemiyle taşınmış. Yolcular, şimdiye kadar hiç görmedikleri bir limanda indiriliyor, adımlarını attıkları kara parçasını yeni vatanları olarak kabullenmek mecburiyetindeler…
Mübadil için, iki kere yabancı derler. Daha önce geldikleri yerin “yabancı”ları, “öteki”leriydi; şimdi gelmiş oldukları yerin “yabancı”ları, “öteki”leri. Mübadil: İki tarafın da “gavur”u. Geldikleri yerin tam, gelmiş oldukları yerin yarım gavuru.
rn
Gelenler içinde Türkçe hiç bilmeyenler çoktu. Gidenlerin içinde hiç Rumca bilmeyenler de çoktu.
rn
rn
‘Hafıza-ı beşer nisyan ile malûldür’
rn
rn
Girit’ten Antalya’ya gelen birinci kuşaktan şu anda hayatta olan yok demiştik. İkinci kuşaktan 1914 doğumlu Rauf Gülgen var. Üçüncü kuşak ve sonraki nesil Birinci kuşağın hikâyesinden haberdar değil. İkinci kuşak birinci kuşağın hikâyesine sınırlı olarak ortak oluyor, onların acısının Türkiye ile ilgili olan kısmını biliyor ve yaşıyor. Birinci kuşaktan Giritlilerin çoğunluğu Türkçe bilmiyordu. İkinci kuşaktan Giritliler, Türkçeyi Türkiye’de ilkokul yıllarında öğrendi.
rn
rn
Şarampol’ün Kaptanlar’ı var
rn
rn
Soyadı “Gülgen” olsa da ailede kaptanlık geleneği var. Aile efradı bu nedenle, “Kaptan” olarak tanınıyor ve anılıyor. Dede Ali Kaptan, Baba Mustafa Kaptan, amca Enver Kaptan… Diğer amca Rauf Gülgen ayakkabıcı olduğu için ona “Rauf Usta” diye hitap ediliyor... Kaptanlar’ın Antalya’ya 1900’lü yıllardan önce geldiğini rahatça düşünebiliriz.
rn
Dedesi Ali Kaptan’ı Ahmet Gülgen iyi hatırlıyor. 40-50 tonluk yelkenli tekneler kullanıyormuş. Bu geleneği Mustafa Kaptan ölünceye kadar sürdürmüş. Mustafa Kaptan Alanya’dan portakal, limon, muz ve diğer meyveleri teknesine yükleyip diğer şehirlere aktarıyor, o şehirlerde satıyordu. Mustafa Kaptan, teknesiyle ayrıca Antalya’dan Rodos’a zahire götürülüyordu. Mustafa Kaptan bir ara Liman Reisliği de yapmış. Bu dönemde tanıyanlar ona “reis” diye hitap edermiş.
rn
Ali Kaptan ve baba Mustafa Kaptan Türkçe biliyor olsalar da evde daha çok kadınların dili (ana dili), Rumca konuşuluyormuş.
rn
Ali Kaptan, Antalya’ya geldikten sonra üç oğluna üç köşede üç ev almış. Evlerin köşede olmasına ve birbirine yakın büyüklükte olmasına dikkat etmiş. Ev dediysek her biri diğerinden daha geniş kocaman konaklar. Mustafa Kaptan’ın evi Şarampol’ün Çelebi Sokağı’nda sekiz odalı bir evmiş. Kocaman kocaman odaları varmış. Ev değil aslında bir konak… Bahçede, arıklardan şırıl şırıl sular akarmış. Köşedeki kuyudan pompalarla buz gibi sular çekilir, içilirmiş. Mahalleli gelip suyunu bu kuyulardan doldurur gidermiş.
rn
Şarampol’ün ortasından “Potamoz” (çay) geçermiş. Potamoz’un suyu boyu geçiyormuş, üstüne üstlük pırıl pırılmış. Şarampollüler, Potamoz’da yüzme öğrenir, Potamoz’da yüzer eğlenirlermiş. Potamoz’un diğer adı “Kanlıçay”. Potamoz’un “Kanlıçay” olmasına ilişkin birbirini tutmayan çok sayıda hikâye anlatılır. Bunlardan biri şöyle: Kanlıçay’da yüzen Şarampollüleri o dönemde Antalya’da bulunan İtalyanlar çaydan çıkarmak ister. Körüklü çizme ustası Ali Molla’nın dayısı Sokaryanos, bıçağı çektiği gibi İtalyana saplar. O günden sonra çayın adı Kanlıçay olarak kalır. Bir başka hikâyeye göreyse Giritlilerin bıçkınlarından Kasap Murat, yabancıları Şarampol’e sokmazmış. Israr eden olursa kılıçla kafasına gövdesinden ayırıp Potamoz’a atarmış. Bu nedenle Potamoz’un adı “Kanlıçay” kalmış…
rn
Şarampol’de o dönemde üç tane su değirmeni varmış. Bu konudaysa herkes hemfikir.
rn
rn
‘Yerli domuz’, “bitli Giritli’
rn
rn
Potamoz’un bir yanında Giritliler, bir yanında Antalya’nın yerlileri otururmuş. Çocuklar ve gençler arasında kavgalar çıkarmış.
rn
Yerliler, Giritlileri kızdırmak için:
rn
“Giritli bitli, arkası kitli” dermiş.
rn
Giritliler yerlileri kızdırmak için:
rn
“Yerli domuz, arkası boynuz” diye takılırmış.
rn
Evlerin caddeye bakan ve “patara” (eşik) adı verilen kısmına Giritli kadınlar hasır serer, hasırların üzerinde aile ve komşular gündüz saatlerinde oturur yarenlik edermiş. Erkek milletinin sokaktan geçmesi bir kereye mahsus olmak üzere anlayışla karşılanırmış. Geçiş hakkı ikinci kez kullanılmak istenirse uyarıyla yetinilir ya da sonuç dayakla bitermiş.
rn
rn
İsmail’in Kahve ve Gega Mustafa
rn
rn
Şarampol’ün orta yerinde dev çınarlar varmış. Çınarların ortasında “İsmail’in Kahvesi”. İsmail, herkes tarafından sevilen bir Antalya beyefendisi…
rn
İsmail’in Kahve, Şarampollüler için, buluşma yeri olduğu kadar “toplantı salonu”, “kamuoyu merkezi”, “politika arenası”ymış. İsmail’in Kahve aynı zamanda küçük sevimli hikâyelerin anlatılmakla kalmayıp sahneye konulduğu bir mekân imiş. Belli mekânların belli kahramanları, unutulmazları vardır. Bursalı’nın Meyhanesi’nin Ali Zarzuri’si varsa, İsmail’in Kahve’nin de Gega’sı (Gega Mustafa’sı) var. Gega’nın maceraları anlatılmakla bitecek gibi değil. İşte onlhardan ikisi:
rn
Bir başka Şarampollü olan Kondilo Mustafa’nın babası çekirdek satmak için İsmail’in kahveye gelir:
rn
“Kabuklusu da var, kabuksuzu da” diye bağırarak dolaşmaya başlar.
rn
“Kabuksuz”u neyse de “kabuklu”suna aklı yatmayan Gega’nın hışmına uğrayıp, okkalı bir yumruğun hedefi olan ve de yere yazılıp kalan adamcağız, bir daha kahvenin yakın yanına yanaşmaz.
rn
Gega’nın ikinci macerası kuvvetli bir pehlivanla arasında geçen, sonu karakolda biten bir olayla ilgili.
rn
İsmail’in Kahve’nin tuzu kuru müşterileri Gega’ya 1 lira para verip kahvenin orta yerinde dalgın oturmakta olan pehlivanın ensesine tükürüklediği eliyle şaplağı yapıştırmasını işaret ederler. Gega istenileni yapar, avucunu diliyle yalayıp pehlivanın ensesine “şraaak!” diye şaplağı indirir.
rn
Pehlivan yerinden kıpırdamaz:
rn
“Eyvallah Gega’m” der, sağ elinin için sol göğsüne iki kez vurarak onun üstünlüğünü teslim eder.
rn
Gega’ya ikinci gün, bu kez 2 lira verilir, pehlivanın ensesine şaplağın ikinci kez yapıştırılması istenir; Gega denileni yapar, pehlivan saygıda kusur etmez:
rn
“Eyvallah Gega’m” der, sağ elini iki kez sol göğsünün üzerene vurur.
rn
Gega’ya üçüncü kez para verilir, şaplak yapıştırma işinin üçüncü kez icra edilmesi istenir, icraat gerçekleşir, ne var ki pehlivan bildiğimiz pehlivan değildir; dışarı fırlamak üzere olan gözlerini açıp kapadıktan sonra Gega’yı sağ eliyle gömleğinin göğüs kısmından yakalayıp havaya kaldırır, havada birkaç kez sallayıp daire çizdirdikten sonra Gega’yı disk atar gibi Potamoz’a fırlatır. Gega yüzme bilmemektedir. Boğulmaktan onu son anda kurtarırlar.
rn
Akşam her ikisi de Şarampol Karakolu’ndadır. Şarampol Karakolu’nun o dönemde ünlü bir komiseri vardır: Ömer Bey. Ömer Bey, İsmail’in Kahve’nin müdavimlerinden olmasa bile müdavimlerine, dolayısıyla kahvenin renkli siması Gega’ya aşinadır.
rn
“Gega’ya” der pehlivana Ömer Bey, “beş lira ver kurtul”. “Davacı olursan hem nezarette yatarsın hem de hapsi boylarsın.”
rn
Pehlivan Gega’ya beşliği toslar. Gega ve pehlivan sarmaş dolaş karakoldan çıkarlar, ertesi gün kahvede karşılıklı çay içmektedirler, yarenliklerine de diyecek yoktur.
rn
rn
Şarampol’ün mırmırları
rn
rn
1930’lu ve 40’lı yılların ünlü mırmırları da İsmail’in Kahve’de takılmaktadır. Şarampol’ün ünlü iki kabadayısını hatırlıyor Ahmet Gülgen: Topal Necati ve Harnup. Her ikisi de kahveye girdiğinde, kahvede bulunanlar titrermiş.
rn
rn
Ful zamanı ful, gül zamanı gül, menekşe zamanı menekşe
rn
rn
“Ful zamanı fulsüz
rn
Gül zamanı gülsüz
rn
Menekşe zamanı menekşesiz kat’iyen sokağa çıkmazdım” diyor Ahmet Gülgen, o günleri, gençlik yıllarını hatırlayınca. “Yakamda ful ya da gül, gıcırdaklı ayakkabıyı da giyip yola çıktığımda ‘aha’ derlerdi ‘Mustafa Kaptan’ın oğlu geçiyor’!”
rn
O yılların Antalya’sında takım elbiseyi çeken Antalyalı delikanlılar, ceketin sol yakasına, ful zamanı ful, gül zamanı gül, menekşe zamanı menekşe takar, sokağa öyle çıkarmış. Çiçek aşağı takılıyorsa “bekarım”, yukarı takılıyorsa “evliyim” anlamına gelirmiş.
rn
rn
DP’nin ve AP’nin ‘çevik kuvvet’i
rn
rn
Giritliler Demokrat Parti’nin ve onun devamı sayılan Adalet Partisinin en büyük destekçisi oldular. Ahmet Gülgen, Avni Tolunay ve Yener Ulusoy’un başkanlığı yıllarında üç dönem Belediye Meclis Üyeliği yaptı. Adnan Menderes Bulvarı’na bu ad Ahmet Gülgen’in önerisi üzerine Belediye Meclisi tarafından verildi.
rn
Giritlilerin Adalet Partisi’ni destekleme geleneğini Kaçaroğlu ailesinden Mustafa Kaçaroğlu bozdu. Adalet Partisi’nin gençlik kollarında başlattığı “radikal siyaset” geleneğini Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdikten sonraki yıllarda sol saflarda sürdüren Mustafa Kaçaroğlu, 12 Mart döneminde DEV GENÇ davasından, 12 Eylül döneminde Kurtuluş davasından (bu hareketin liderlerinden biri olarak) yargılanarak toplam 11 yıl hapis yattı.
rn
rn
rn
rn
Kaçaroğlu ailesi ya da ‘Kaçaraliler’
rn
rn
Kaçaroğlu ailesinin bilinen en büyüğü Süleyman Kaçaroğlu. Süleyman Kaçaroğlu Antalya’nın ilk ihracatçılarından. Antalya’dan toplanan canlı hayvanlar Yunanistan’a ya da adalara teknelerle taşınıp ihraç ediliyordu. Baba mesleğini, oğul Mehmet Kaçaroğlu devam ettirdi. Mehmet Kaçaroğlu’nun ortakları da Giritli idi. Mehmet Kaçaroğlu’nun iş icabı beş altı ay Yunanistan ya da Girit’te kaldığı oluyordu.
rn
Süleyman Kaçaroğlu, sonradan 90. Sakak olan “Kaçarali Sokak”ta bir konak yaptırmıştı. Konak bahçe içinde iki katlı büyük bir konaktı. Şehrin ileri gelenleri bu konakta ağırlanır, konağın bahçesine kurulan sofralarda yenilir içilirdi. Mehmet ve eşi Sabahat Kaçaroğlu konağın yanındaki evde otururlardı.
rn
Süleyman Kaçaroğlu’nun Kızılarık’ta bulunan narenciye bahçesi o günlerde ünlüydü. Sabahat Hanım, bahçeyi anlatırken, onunla ilgili “bakımlı” sözlerini sık sık tekrarlayacaktır.
rn
Bahçenin içinde seralar da vardı. Süleyman Kaçaroğlu bahçeye faytonla ya da atla giderdi. Şimdiki Etiler Mahallesi’nde bulunan 70 dönümlük bahçenin 40 dönümünü Antalya Belediyesi bir zaman sonra istimlak etti. Kalan 30 dönüm Süleyman Kaçaroğlu’nun çocukları arasında paylaşılıp müteahhide verildi.
rn
Sabahat Hanım’ın anne baba tarafı da Giritli idi. Baba Ali Horasan Türkiye’ye geldiğinde hali vakti yerinde biriymiş. Girit’ten evli gelen Ali Bey ve eşi Melek Hanım Bir iki yıl Mudanya’da kaldıktan sonra Antalya’ya gelmişler. Horasan ailesine, geldikleri zaman şimdiki Atatürk Evi’nin karşısında bulunan evlerden biri verilmiş. Horasan’ların Bademağacı’nda geniş arazileri, Serik’te hanları, İskele’nin orada mağazaları varmış. Ali Horasan’ın ticarette yaptığı bir hatadan dolayı, ipotek koyanlar tarafından bu mülklerin hepsi elinden alınmış. O tarihten sonra Ali Bey işçi olarak çalışmaya başlamış.
rn
Kaçaroğlu ailesinden söz ederken Ali Kaçaroğlu’nu unutmamak gerekir. Ali Kaçaroğlu Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi’nde aktif politika yaptı; Avni Tolunay döneminde Belediye Meclis Üyesi olarak görev aldı; bir dönem Fırın İşverenleri Sendikası Başkanlığı yaptı. Endüstri Meslek Lisesi’nin ilk mezunlarından olan Ali Kaçaroğlu okuldan branşı olan mobilyacılıkta da önemli aşamalar kaydetti.
rn
Ali Kaçaroğlu, Antalya’da yapılan sözlü ve yazılı tarih çalışmalarına, (özellikle Demokrat Parti dönemine ilişkin) anıları ve yazılı arşiviyle katkılar sundu.
rn
rn
rn
Tanınmış Giritliler
rn
rn
Şarampol, şimdilerde Muratpaşa Mahallesi içinde kalıyor. Muratpaşa Mahallesi Muhtarı’nın Giritli olabileceğini düşündük ziyaretine gittik.
rn
Öngörümüz doğru çıktı, Muhtar İsmail Tacir de Giritli idi. Tacir’e “eski Şarampol’ü sorduğumuzda duygulandı:
rn
“Evlerin kapısı açıktı. Herkes komşusunun dolabını açar, ihtiyacı olanı alırdı. Birinin başı mı ağrıdı, diğeri aspirini yetiştirirdi.”
rn
İsmail Tacir, ismini dedesinden almış. Dede Kasap İsmail, Girit’ten mavnalarla, önce İzmir’e, sonra kıyıları takip ederek Antalya’ya gelmiş.
rn
Tacir’in babası Şakir Tacir (Kasap Şakir) Türkiye’de doğmuş. İsmail Şakir, babasının İstiklal Harbine katıldığını söylüyor.
rn
İsmail Tacir’e Antalya’nın tanınmış Giritlilerini sorduk. Kaçaraliler, Kaptanlar ve Barutlardan söz etti. Bu isimler yeterli olamazdı. Hüseyin Çimrin’in bu konudaki yazılarına başvurduk. Tanınmış Giritlilerle ilgili Çimrin’in yazılarındaki liste epey kabarıktı:
rn
Atamanlar (Ahmet Muhtar-Hasan Tahsin Ataman); Hacı Eminaki (Binbir), Doğruerler (Sait Hulki-Şevki Doğruer), Reşit Kınay, Osman Kavur, Arif Karabarut, Seyit Ali Pamir, Hasan Bıçakçı, Bakkal Ali Bahar, Husso, Filizler, Algınlar, Patako Mehmet, Recep Kadayıf, Mavrukalar…
rn
Giritli Zeki Bey ve Giritli Mehmet Remzi Bey Milli Mücadelede yer alan Giritli Antalyalılardı…
rn
Şarampol’ün son birkaç on yılda beton yığını haline gelişinin en önemli tanıklarından biri de İsmail Tacir:
rn
“Müteahhitler geldi, yerini satanlar oldu; arsasını müteahhide verip birkaç dairenin sahibi olanlar çıktı.”
rn
rn
94 yaş: Rauf’un ful zamanı
rn
rn
Giritli ziyaretinde son durak Rauf Gülgen’nin (Rauf Usta’nın) eviydi. Rauf Usta’nın, Ahmet Gülgen’in amcası olduğunu bir kez daha hatırlatalım. Ahmet Gülgen’in tarifi üzerine Şarampol’de Rauf Usta’nın evini arayıp bulmak için yola koyuldum.
rn
Ahmet Gülgen’in tarifi şu şekildeydi: Şarampol Camisi’ni geçer geçmez Cumhuriyet İlkokulu var. İlkokul’un karşısındaki sokağa gireceksin. İleriye doğru ikinci köşedeki ev Rauf Usta’nın evidir. Camiyi buldum, okulu buldum, okulun karşısındaki sokağa girip ileriye doğru yürüdüm. Sokakta bir sürü köşe vardı. Köşelerden birinde durup “Rauf Usta’nın evini arıyorum” dedim. “Köşedeki ev” diye cevap verdiler. Muhtarlığı da “köşe”lere göre tarif etmişlerdi.
rn
Şarampol’de enine ve boyuna sokaklar birbirine çok yakındı, bu nedenle olsa gerek tarifler her defasında “köşe”ye göre yapılıyordu.
rn
İkinci köşedeki evin kapısı önünde durdum. Ev, küçük bir şarampol eviydi. Evin tam karşısındaki sucuya sordum:
rn
“Rauf Usta’nın evi burası mı?”
rn
“Rauf Usta da kim? Burada yaşlı bir adam oturuyor.”
rn
“Rauf Usta da yaşlı biri…”
rn
“Adını bilmiyorum ama evde yaşlı birinin tek başına kalmakta olduğunu biliyorum.”
rn
Bir iki kez kapıya vurdum. Kapının üst kısmında zil vardı. Birkaç kez bastım. Kapıyı açan olmadı.
rn
Rauf Usta’yı tanıyan biri “akşamüstü, serinlemek için dışarıya çıkar serinler, o zaman bulabilirsin” dedi.
rn
Akşamüstü uğradığımda, dışarıda değildi, ancak pencerelerden biri açıktı. İçeri baktığımda çok yaşlı görünmeyen biri divana uzanmış dinleniyordu. Pencereye parmağımla birkaç kez vurup:
rn
“Rauf Usta’yı arıyorum” dedim. Yüksek sesle konuş der gibi yüzüme baktı. Rauf Usta’yı aradığımı anlayınca yavaş adımlarla kapıya yöneldi…
rn
“Beni” dedim “Ahmet abi gönderdi, Ahmet Gülgen…”
rn
“Ahmet abim değil, yeğenim” diye cevap verdi.
rn
Kulağının az duyduğu belliydi.
rn
“Evet” dedim “yeğeniniz.”
rn
Rauf Usta’nın anlatacak çok şeyi yoktu. Birçok şeyi unutmuştu. Ya da bir asır öncesine ait anılar onu fazla ırgalıyor sayılmazdı. Ali Kaptan’ın Girit’ten nasıl ve ne ile geldiğini öğrenmekti asıl amacım. Selanikli mübadiller Antalya’ya Ümit Vapuru ile gelmişlerdi. Giritlilerin nasıl ve ne ile geldikleri tam bilinmiyordu. Bu konuda bilgi edinebileceğimiz en yaşlı Giritli Rauf Usta’ydı.
rn
“Babam nasıl gelmiş, ne ile gelmiş bilmiyorum” diye kestirip attı Rauf Usta, “ben Türkiye’de doğmuşum. 1330’da”.
rn
Rauf Usta 94 yaşındaydı…
rn
“Ali Kaptan’ın fotoğrafı var mı?” diye sordum.
rn
“Var” dedi “şurada”.
rn
Koridora çıkardı beni, Ali Kaptan’ın fotoğrafı torunun değilse de oğulun evinde asılıydı.
rn
Pencereden görünen bir bahçe vardı. “Rauf Usta’nın fotoğraflarını bahçede çeksem, çıkmaya gücü yeter mi?” diye düşündüm…
rn
Bahçeye çıkarken bastona gerek duymadı.
rn
Benim gittiğim yöne gelmedi.
rn
“Orada fotoğraf iyi çıkmaz, burada çek…”
rn
Dediğini yaptım.
rn
Ali Kaptan’ın oğullarına üç ayrı köşede aldığı “konak”lardan biri Rauf Usta’yla görüştüğümüz evin ta kendisiydi.
rn
Rauf Usta eski günleri bir nebze olsun hatırladı:
rn
“Şuradan arıklar geçiyordu, arıklardan buz gibi sular akıyordu…”
rn
Eve dönerken beyaz bir çiçek gördüm. Eğildim, mis gibi kokuyordu.
rn
“Bu çiçeğin adı ne?”
rn
“Ful.”
rn
Rauf Usta’nın konağına ful zamanı gelmiştim…
rn
“Ful mevsimi ful, gül mevsimi gül takar mıydın?”
rn
“Ful mevsimi fulsüz, gül mevsimi gülsüz sokağa hiç çıkmazdım…”
rn
rn
Şarampol parlamentosu
rn
rn
Antalya’da ortopedi uzmanlarının az olduğu bir dönemde, Şarampol kırık çıkıkçılarıyla ünlü bir yer; kırık çıkık konusunda önemli bir “sağlık merkezi” idi.
rn
Kırık çıkıkçılara “parlamento” deniyordu. Gazipaşa’dan Kaş’a Kalkan’a kadar, eski kuşaktan Antalyalılar arasında Parlamento’nun adını duymayan kalmamıştır. Parlamento denince akla gelen Parlamento Mustafa’dır (Mustafa Bekar). Şarampol’de parlamentoculuk yapan başka tanınmış ve yetenekli isimler de vardı: Saffet Özmert, Mahmut Küçükçelebi, (Mustafa Bekar’ın oğlu) Ahmet Bekar...
rn
Saffet Özmert’in ve Balıkçı Mahmut’un anneleri de parlamento olarak Antalyalılar’a sağlık hizmeti vermişti.
rn
rn
Giritli mutfağı, ot kültürü
rn
rn
Antalya’daki Giritli kadınlar arasında şu hikâye çok anlatılır:
rn
Çiftçi ve yardımcısı yolda yürürken tarlaya ineklerin girdiğini, yayıldığını görmüşler. Tarlaya yayılmış bir grup Giritli kadın da ot toplamakta. Yardımcı, tarlaya doğru yönelip “gidip tarladaki inekleri çıkarayım” der.
rn
“İnekleri kalsın” diye bağırır yardımcısına çiftçi, “ asıl sen tarladan Giritlileri çıkar”.
rn
Giritli kadınlar belli bir yaştan sonra ot uzmanı haline gelir. Giritli mutfağında otların önemi birinci sırada yer alır. Giritli mutfağı otlara dayanması nedeniyle “yeşil sofra” olarak anılıyor. Giritli kadınlar boş kaldıkları günlerde sepetlerine zeytin, peynir, ekmek koyar, bütün bir gün ot toplamaya gider.
rn
Rumca “kipohorto” Türkçe’de “bahçe otu” anlamına gelmekte. Giritliler, “Ki”yi “çi” olarak telaffuz ettikleri için bahçe otu Giritlicede “çipohorto”ya dönüşüyor, otlar “çipohorto” üst başlığı altında değerlendiriliyor.
rn
Giritli kadınlar yüzlerce çeşit otu bilir, yemek salata ya da ilaç olarak kullanmak üzere onları ayırt eder.
rn
Otlardan bazıları şunlar: Arapsaçı (malatura), Şevket-i Bostan, Radika, Acı ot (vuruves), Stafilinakos, abronez, ebegümeci, sarmaşık, cibez, stifno, turp otu, sinavri, kenger, hindibağ, gelincik, labada, kuşotu, sinirotu, kuşkonmaz, deniz börülcesi, tarlaçakısı, tarlaçivisi, …
rn
Bunlardan Arapsaçı ve Şevket-i Bostan Giritli kadınların çocuk yaşta öğrendiği otlardır.
Arapsaçı ( Malatura, Maraka):
rn
Arapsaçı, dereotuna benzer kokulu bir ottur. Beyaz köklerinden ayıklanıp yıkandıktan sonra işaret parmağı uzunluğunda doğranır. Soğanla isteğe göre beyaz, domatesli veya etli pişirilebilir.
rn
Sabahat Kaçaroğlu’ndan etli arapsaçı tarifi:
rn
Kuzu ya da oğlak eti kuşbaşı olarak doğranıp kendi yağında beş on dakika kavrulur. Ayıklanıp yıkanan arapsaçı etin kavrulduğu tencereye konur. Üstüne soğan doğranıp, az miktarda su konarak düdüklüde 15-20 dakika kaynatılır. Piştikten sonra yarım çorba kaşığı un limonla karıştırılıp bu terbiye tencereye dökülür. Arapsaçı, iki üç kez kaynatıldıktan sonra, tencerenin altı söndürülür.
rn
Şevket-i Bostan (askolibrus):
rn
Şevket-i bostan, dikenli bir ottur. Yaprakları sıyrılıp kökleri kesildikten sonra ayıklanıp yıkanır: Uçları yarım parmak uzunluğunda doğranıp kök kısmı da ikiye ya da dörde bölünen şevket-i bostan arapsaçıyla aynı şekilde pişirilir.
Çulama:
rn
Çulama, Giritlilerin bolluk ve bereket dileğiyle ya da özel günlerde yaptıkları bir yiyecektir.
Papulena Fava:
rn
Fava günümüzde genellikle bakladan yapılmakta. Giritliler’in yaptığı bir başka favadan söz etmek gerekir. Giritliler, fava yapmak için, bezelyeye benzeyen, rengi bezelyeden biraz daha açık olan “papules” bitkisini kullanırlar.
Okka Kabağı ( Girit Kabağı ) :
rn
Girit kabağı parmak şeklinde ve büyüklüğündedir.
Okka kabağı etli ya da etsiz pişirilir.
rn
Giritli kadınların mutfak bilgisi ot yemekleriyle sınırlı değil. Giritlilerin her şeyi bir başka güzel yaptığını teslim etmek gerekir. Antalya’da herkes turunç, bergamot ya da patlıcan reçeli yapabilir. Ne var ki bu reçellere kimse Giritli kadınların kazandırdığı tadı tutturamaz.
rn
Giritlilerin Lorlu pidesi ve Giritli simidi de meşhurdur.
rn
Sabahat Kaçaroğlu’nun ikram ettiği turunç ve patlıcan reçelleri son yıllarda yediğim en nefis tatlılardı. Sabahat Kaçaroğlu’nun tarif ettiği lorlu pide (mizihro pides) Ahmet Gülgen’in evinde beni bekliyormuş. Gülgen’in kızının elinden çıkma lorlu pidenin tadı bildik börek ya da çöreklerden çok farklı idi.
rn
Lorlu pide
rn
Sabahat Kaçaroğlu’nun lorlu pide tarifi şöyleydi:
rn
Lorlu pideyi hazır hamurla da yapabilirsiniz. Kendiniz hazırlıyorsanız, hamuru yumuşak yoğurmaya dikkat etmeniz gerekir. Bunun için su, yoğurt, un ve kabartma tozu kullanıyorsunuz. Hazırlanan hamuru yuvarlak açıyorsunuz. Nane eklenmiş loru hamurun içine yerleştirip hamuru eziyorsunuz. Avuç içinde yassıltılıp yuvarlanmış hamuru yağda kızarttıktan sonra üstüne pudra şekeri ekerek servis ediyorsunuz.
rn
Bana ikram edilen pidelerin yanında bal vardı. Lorlu pide demek oluyor ki bal ile de servis edilebilir.
rn
Lorlu pidenin hazır yufkadan da yapılabildiğini hatırlatalım.
rn
rn
Adı salyangoz, kod adı ‘karidya’
rn
rn
Giritliler, Türkiye’ye geldikten sonra çok sevdikleri salyangozu (hoho) bulamıyorlar. Daha önce gelmiş olan Giritlilerin keşfettiği hoho mahalleri varmış. Giritliler topladıkları hohoları çuvalların içine görünmeyecek şekilde doldurup, eşeklerin üzerine atarlar, mahalleye getirirlermiş. Elleriyle vurduklarında çuvallardan tıkır tıkır sesler çıkarmış. Hohoları, karidya diye satarlarmış.
Karidyanın Türkçesi ceviz.
rn
Giritliler karidyayı duyunca onun hoho olduğunu anlarlarmış.
rn
rn
rn
Antalya’nın ilk turizmcileri
rn
Sideliler Girit’ten 1880’li yıllarda göçle geldiler. Göçmen 90 aile geçimlerini tarim, hayvancılık ve balıkçılıkla sağlamaya başladı. Side’nin kaderi Halikarnas Balikçısı Cevat Şakir Kabaağaç’in kardeşi Suat Şakir Kabaağaç`ın, Side’de küçük bir otel kurmasıyla değişmeye başladı. Kabaağaç, bölgedeki balıkçılara, balık türlerini öğretti, balıkçılığın Side’de gelişmesine öncülük etti, Sidelileri ev pansiyonculuğuna teşvik ederek köyde turizmi başlattı.
rn
Pek çok Sideli o tarihten sonra evinin bir odasını turistlere kiraya vermeye başladı. İlk yıllarda konuklardan para talep etmeyenler bile oluyordu.
1975 yılından sonra Side’de sayıları fazla olmasa da küçük işletmeler açılmaya başladı.
rn
1983 yılı sonrasında, Side ve civarı, büyük otellerin yerden mantar biter gibi bittiği bir beldeye dönüşecektir.