Bir Avrupalıya "Türkiye" dediğinizde ilk olarak aklına ne geldiğini hala tam bilemiyoruz ama 'lezzetli sebze ve meyve ' dediğinizde ilk akla gelen 3 ülkeden birinin kesin olarak "Türkiye" olduğunu yıllardır biliyoruz.
Avrupalı'ların gün içersindeki kaçamak düşüncelerinin çoğunda bir İtalyan şarapçısına, bir İspanyol mezecisine (Tapas), bir Alman kasabına, bir Türk manavı'na uğramak vardır. Gün oralarda da çoğu kez bu düşüncelerle kurtarılır.
Antibiyotik merkezi gibi Avrupa'da görev yapan Türk Manavları
Herşeyin pakete girdiği, sanallaştığı, vakumlandığı, hatta ambalaj-üstü resimlerin photoshop'landığı gerçek renk, tad, lezzet, kokunun değeri yerine daha çok ürünün paketi, sarıldığı cismin şekli-şemalinin ön plana çıktığı bir devirde karşı bir trend olarak Avrupa'da son yıllarda sağlıklı bir yaşam adresi olarak Türk manavları gösteriliyor.
Tadı, tuzu, kokusu ve gerçek lezzeti olmayan suni gıdalara karşı her sokakta bir antidoksan, bir antibiyotik merkezi gibi Avrupa'da görev yapan Türk manavlarının yarattığı sempati zaman zaman ve yer yer Türkiye özlemi aşılıyor.
Avrupa'nın devasa süpermarketlerine karşı her şehirde ve her ikinci veya üçüncü sokağın köşesinde bulunan en organize, en yenilmez, en çalışkan, en neşeli bir tavır ve alışkanlık ile 3 nesil Avrupalı'nın gölünde kalıcı yer edinmeyi başaran Türk manavları hergün, her sabah sebzelerini çok güzel bir şekide tek tek tezgahlarına istiflliyorlar.
Ziyafette minimalist, sunum ve davet vermede pek başarılı olamayan, genelde kendilerine ve başkalarına karşı cimri ruhlu Batı Avrupalılar'a kendi ülkelerinde bolluk diyarı hissi verecek şekilde bizim manavlar kasa kasa dükkanlarının girişine meyvelerini yerleştirirken, bir elleri ile onlara bonkörce ikramda da bulunurlar.
Bence Avrupa'da yaşayan 4 milyona yakın Türk vatandaşı arasında meslek grubu olarak Türk turizmini gelişmesine, büyümesine ve sevilmesine en büyük katkıyı Avrupa'da sayıları yaklaşık 100.000 civarında olan Türk manavları sağlamıştır.
Size hızlıca iki anımı anlatayım:
Yıl 1972: Almanya'nın Limburg kentinde okul gezisindeyiz. Öğrenci yurdunda kalıyoruz.
Karşı sınıfın öğretmeni Türk olduğumu öğrenince yanıma geliyor ve Türkiye'den yeni tatilden döndüğünü söylüyor ve Türkiye'de yediği meyve ve sebzelerin tadını bana ve Alman arkadaşlarıma dakikalarca anlatıyor ve bizlere şu altın sözü söyüyor: 42 yaşımda hayatımda ilk defa Türkiye'de yediğim 'Çoban salatası' hayatımın en iyi salatasıydı, sadece o salata için yeniden Türkiye'ye gidebilirim'.
Yıl 1983: Antalya havalimanına Almanya'nın en büyük Charter şirketi Condor'un ilk Antalya uçuşu gerçekleşecek.
Düsseldorf bağlantılı Münih uçağı 130 yolcusu ile inecek ve 2 saat sonra boş olarak geri dönecek. Uçuşlar askeri havaalanından yapılıyor. Ve o günlerde Antalya'ya tek bağlantı var. TK 441'den başka uçak yok. Havalimanında heyecan içinde bekliyoruz. Uçak tam vaktinde iniyor. Condor'un mürettabatını şehir gezisine davet ediyoruz. Antalya valisi Selahattin Güney ev sahibi olarak 'sizler için ne yapabiliriz?' diye soruyor. 'Bizi bir seraya götürün, biraz domates, biber almak istiyoruz' diyorlar. Hemen bir minübüs ile yakındaki seralara gidiyoruz: Torba torba domates, biber, patlıcan ve salatalık veriyoruz dostlarımıza. Kaptan pilot ve hosteslerin gözleri parlıyor, bu ikram karşısında çocuk gibi seviniyorlar ve hemen orada yıkayıp bir-iki domates yerlerken benden de fotoğraflarını çekmem için ricada bulunuyorlar:
Tarım ürünlerimiz Türkiye daveti yapıyor:
Ve o gün bugündür; Avrupalının zihninde, bu sempatik ve iyi çağrışımlar yapan tarım zenginliğimiz özel Türkiye daveti yapıyor. Biz turizmciler için bu milyonlarla ölçülemez bir değer taşıyor.
Avrupa'da özellikle Almanya'da anneler, babalar ve nineler, çocuklarına ve torunlarına "Bak sana Türk manavından ne getirdim,bak size taze meyve getirdim" demesinin, Almanya'daki yeni neslin Türkiye'ye genç yaşlarından itibaren daha sempatik bakmalarına neden oluyor.
Üstelik bu trend, yeni bir gelişme olarak, Türkiye ile bir ilgisi olmayan sebze ve kimi tropik meyvelerin bile Türkiye'den geldiği pozitif önyargısına yol açarken,aniden ilaç artıkları var iddiasıyla Rusya sınırından geri dönen domatesler, Avrupa basınında ele alınmaya başlıyor:
Daha geçen hafta büyük bir iştah ile Türk ürünleri tüketenlerinin şimdi yüzünü ekşitiyor.
'Türk Domatesi', son günlerde bir çok ülkenin medyasına önemli konu oluyor. Avrupa'da ve Rusya'daki binlerce toptancı halinde sabahın en erken saatlerinde çalışanlar, pazarlamacılar ve görevlilerin aralarında değişik iddaa, tahmin ve doğru-yanlış bilgilerinden dolayı birbirleri ile attışıyorlar. Domatesimiz bazılarının daha da ileri giderek birbirleri ile kavga etmelerine sebeb oluyor.
Gerçekler nedir. ?
Söylenenler ne tüketiciyi nede pazarları tam olarak tatmin etmiyor. 'Mutlaka yanlışlar var' diyenler çoğunlukta.
Önce kendi ülkemize bakalım:
Bu konudaki en yetkili makam Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker duruma hakim mi?
"Rusya, domates, patlıcan, patates, üzüm ve limonda kısıtlama kararı aldı. 7 Hazirandan itibaren bu ürünler gönderilmiyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin laboratuarları en son, en modern cihazlarla donatıldı. AB standartlarıyla çalışıyoruz. Bu mallar AB'ye sorunsuz olarak gönderiliyor. Rusya Federasyonu'na 30 bin parti mal gönderildi. Sadece bir defada 52, bir defada da 56 bildirim yapıldı. Bunların hepsinin 5 ay süreyle şahit numunelerini inceledik.
Sn Eker: Bizden kaynaklanan bir sorun yok.
'Yöntem farklılığı olabilir' diye Rus yetkilileri davet ettik. Bir mutabakat metni imzalamayı önerdik. Kamuoyunda 'Rusya'ya zehirli mallar gidiyor, oradan geri geliyor. Ondan sonra da Türk vatandaşına yediriliyor' gibi değerlendirmeler var. Bunlar kesinlikle doğru değildir. Bu şekilde ne bir ürün gidiyor, ne de Türkiye'nin içerisinde bu tür tür ürünler satılıyor. Bunun altına özellikle çizerek vurgulamak istiyorum. Bu konuda vatandaşlarımızın hiçbir şekilde endişe duymaması lazım. Rusya ile yaşanan ticari bir konudur." diyor bakanımız...
Bunlar önemli sözler ve söyleyeni Türk milletin adına bağlar:
Umarız Sn. Eker'in Bey'in dedikleri doğru çıkar ve bu sözleri 5-10 yıl yüzlerimizi kızartmaz.
Ne oldu da Ruslar aniden alarm durumuna geçtiler:
RUSYA ile Türkiye arasında üç yıl önce yaşanan "domates krizi" bu yıl yine tekrarlanıyor. Rusya Tarım Ürünleri Denetleme Dairesi, aşırı derecede zirai ilaç içerdikleri gerekçesiyle Türkiye'den ithal edilen domates, patlıcan, patates, üzüm ve limonun ithalatının 7 Haziran tarihinden itibaren ikinci bir emre kadar yasaklandığını açıkladı. İnterfax ajansına kararı duyuran denetleme kurumunun halkla ilişkiler yetkilisi, önümüzdeki ay uygulamaya konacak yasağın kalkması ve Türk tarım ürünlerinin Rusya pazarına tekrar geçerli vize almaları için kalitenin Moskova tarafından Türk üreticiye iletilen standart çizelgeye uymasının şart olduğunu da vurguladı. Yeni domates yasağına "geçici önlem" adı verilmesine rağmen, 2005 yılında "Akdeniz sineği" yüzünden patlak veren domates krizinde Rusya pazarına sebzeyle meyve ihraç eden binlerce Türk üreticisi 300 milyon dolar civarında zarar etmişti.
Kafalar karışık, kime inanacağımızı bilemiyoruz:
Bir tarafta "AB ülkeleri kilogramda 500 ppb üst limitle Türkiye'den domates alırken, Rusya'nın belirlediği üst limit 5 ppb. Ama tüm bunlar yaşanırken kimse şunu sormuyor: Rusların canı Avrupalıdan daha mı kıymetli de üst limitler arasında bu kadar fark var? İşte sorunun temeli bu soruda gizli! Rusya bu kadar düşük limit değerleri, işi yokuşa sürmek için belirliyor.""Kuraklık nedeniyle aşırı derecede ilaç kullanması gereken Suriye, domateslerini AB'ye satamıyor, ama Rusya alıyor, biz AB'ye satıyoruz, ama Rusya almıyor?" diye beyanat veren bazı toptancılar başka bir tarafta "AB 1 kg domateste 500 ppb kalıntıya izin verirken Rusya 5 ppb istiyor. İç piyasada 'ppb'nin adı bile yok. İhracatçı, Rusya almayınca elinde kalan domatesin yüzde 60'ını AB'ye sattı" başlığı ile çıkan gazete haberleri yurt içinde ve dışında insanları korkutuyor.
Türk medyasında da ayrıntılı işlenen konuda çatlak sesler çıkıyor
"Ruslar haklı, daha fazla kontrollere, daha bilinçli tarıma ihtiyacımız var" diyenlerle, "Bu Rusya'nın siyasi bir oyunu, bir komplo, Rusya federasyonu üyelerinden almak için yapıyor" diyenler yaklaşık aynı sayıda.
Peki, yaptığımız doğrudur diyebiliyormuyuz?
Derecesi ne olursa olsun, zaten var olan hormon, ilaç ve gübre kullanımı, hepimizi yeterince zorluyor. Neden Avrupa'nın "organik bahçesi" olmak , tarımda bir seferberlik başlatarak Anadolu topraklarını dünyanın en sağlıklı ve besleyeci tarım alanına dönüştürmüyoruz. Neden herşey yarım-yamalak yapıyor, sonrada üzülüp, darılıp ağıt yakıyoruz.
Niye Türkiye'de sektörler hacim olarak büyümesine rağmen niye aynı oranda güçlenemiyorlar? Hiç düşündünüz mü? Verimlik endeksimiz niye halen çok düşük?
Kaynakları hızla azalan, tükenen, yanlış kullanılan Türkiye vizyon fıtığı olmuştur.
Bu durumda her yanlış hareket ve bilgisizlik diğer kollara ve bacaklara zarar ve acı vermektedir.