Meraklısına not: Yazdıklarım deneyimlerim ve yaşam görüşümü yansıtan tümüyle kendi görüşlerimdir. Katılır katılmaz, hatta saçma bile bulabilirsiniz. Bazıları da böyle düşünüp, böyle yazıyorlar diye geçip gidiniz. Sağlam düşünceler genellikle farklı bakış açılarından beslenenlerdir.
Turizm konusunda yapılan tartışmalar ve değerlendirmelerin köklü ve kapsayıcı bir temel üzerine oturtulamadığını düşünüyorum. Gördüklerim, duyduklarım, okuduklarım bana fil ve kulağı hikayesini hatırlatıyor. Herkes, filden bağımsız olarak, tuttuğu ya da dokunduğu yeri tanımlamaya, anlamaya çalışıyor. Ve, bana buradan bir fil tanımı çıkamaz, çıkamayacak gibi geliyor. Turizm konusunda arkeolojik kazı denemesi gibi güç bir işe soyunmamın nedeni bu. Olayın tümünü, tüm girdi ve çıktıları dikkate alarak anlamaya çalışmadan başka yol yok.
Arkeologların tersine turizmde kazıya en eskiden başlamak durumundayız ve karşılaştığımız en küçük olay ya da nesneyi, zaman ve mekan ölçeğinde, enine boyuna incelemek, yorumlamak ve ulaşılan farklı sonuçları eksiksiz ve ortak bir “fil” tanımına ulaşabilmek için sentezleyebilmeliyiz.
İşte bir yüzey araştırması denemesi;
Ele alınması gereken en alt tabaka, bana göre, 19. Yüzyılın sonlarına doğru (1883) devreye girip yaklaşık 130 yıl süreyle Paris-İstanbul arasında deyim yerinde ise, mekik dokuyan “Doğu Ekspresi” olgusudur. Bugün de hizmet vermekte olan gizemli Pera Palas oteli ve muhteşem mimarisiyle Sirkeci Garı bu tren ve yolcuları için inşa edilmişti. Doğu Ekspresi biri Avrupa’nın batısında diğeri doğu sınırında, birbirinden çok farklı iki turizm markasını, Paris ve İstanbul, birbirine bağlıyordu. Bağlarken batılı insanların Büyük İskender ile başlayan doğuya, yani farklı ve egzotik olana ilgi ve meraklarını da açığa çıkarıyordu. Üzerinde durulması gereken bunun kısa süreli bir heves değil uzun soluklu bir eğilim olduğunun anlaşılmasıdır. Daha sanayi toplumu çalışanı batılı turistlerin çok tuttuğu güneş-deniz-kum üçlemesi turizm piyasasına sürülmeden yaklaşık yarım yüzyıl önce, batılı aristokrat-burjuva gezginler doğunun, yani farklı olanın cazibesine kapılmışlardı bile.
Sonuç, İstanbul Paris’e eşdeğer bir turizm markasıdır. Batıdan çok farklı olan doğu ilgi odağındadır. Geziye katılanlar aristokrat, burjuva gibi soylular ya da işverenlerden oluşmaktadır.
Bir endüstri olarak turizm II. Dünya Savaşı sonrasında, sanayileşme ve kentleşmenin bir yan ürünü olarak gelişmeye, yaygınlaşmaya başlar. Başta İngiltere olmak üzere kuzeyin soğuk, yağışlı ve güneşin pek de cömert olmadığı Sanayi ülkelerinin, yorgun, çalışma isteği ve iş verimi düşmüş kentli teknokrat ve işçileri kitleler halinde turizme katılmaya başlarlar. kentlerde kitleler halinde yaşayıp fabrikalarda kitleler halinde yaşayanların turizme de kitleler halinde katılmasından doğal bir şey olabilir mi?
turizmden beklenen öncelikli beklenti düşmüş olan yaşam sevinci ve iş veriminin, en azından eski seviyesine, getirilmesi, yükseltilmesidir. Hafta sonu tatilleri ve ücretli yıllık izinlerin ortaya çıkışının ardındaki temel neden budur. Güneş-deniz-kum üçlemesi de ilk turistleri ortaya çıkaran sanayi ülkelerinde kalın elbise ve şemsiyeye gerek duymadan açık havada güneşin tadını çıkarma imkanının çok sınırlı olmasıdır. Günümüzün başta Fransa olmak üzere (ki İngiltere’ye en yakın, güneşi bol Akdeniz Ülkesidir), İspanya, İtalya, Yunanistan gibi ünlü tatil beldeleri, güneşe olan bu talebi karşılamak için ilk turizm destinasyonları olmuşlardır. Deniz ve kum buna sonradan eklenmiştir. Adına kitle turizmi denmesinin başat nedeni katılımcıların, dönemsel olarak, kentlerde kalabalıklar halinde yaşamaktan hoşnut olmalarıdır.
Sonuç; bir endüstri olarak turizm, sanayi toplumlarının kentlerde yaşamaktan keyif alan teknokrat ve işçilerinin güneşli Akdeniz kıyılarında güneşin ve denizin tadını çıkararak yaşama sevici ve iş verimliliği depolamalarına yardımcı olmak için ortaya çıkmıştır. Turizm olgusuna kitleler halinde katılmaları, kentlerde kitleler halinde yaşıyor ve bundan keyif alıyor olmalarıyla ilişkilidir. Doğal olarak kıyılarla sınırlı turistik alanlarda taleple uyumlu kentsel dokular hakimdir.
Ders kitapları dahil pek çok yayında turizm bir “boş zaman değerlendirme” aracı olarak değerlendirilir. Bu çok yanlış anlamalara yol açabilecek anlamsız bir nitelemedir. Turizmin yaşama ve dolayısı ile çalışma ve iş verimini artırmaya yönelik bir hizmet alanı olarak kabul edilmiş olması çok daha içerikli ve gerçek taleple örtüşen bir turizm anlayışı yaratabilir, pek çok yanlış uygulama ve anlayışı önleyebilirdi.
Bazen küçük bir nüans çok köklü anlayış değişimlerine yol açabilir. Örneğin; yine ders kitapları da dahil pek çok yayında turistler refah seviyesi yüksek (zengin) insanlar olarak tanımlanmaktadır. Turisti “yolunacak kaz” gibi görme biçimindeki yaygın anlayış bu basit nitelemenin kaçınılmaz bir uzantısıdır. Bunun yerine, turisti sınırlı imkanlarını ülkemize seyahat etmek için ayırmış, bir çok seçenek arasından kentimizi, işletmemizi seçmiş birisi olarak nitelemek ve tanımlamak çok daha farklı bir anlayış ve uygulama ile sonuçlanabilir.
Bir-iki destinasyon dışında, turizmle henüz sıkı-fıkı olmadığımız 1960’lı yıllarda İstanbul’da çekilen Ünlü yıldızların oynadığı Oskar’lı “Topkapı” filmi o yıllarda da doğuya, Türkiye’ye olan ilginin ve merakın devam ettiğinin işareti olarak değerlendirilebilir. Nasıl değerlendirildiği ortada.
Yaklaşık yirmi yıl sora çekilen “Gece Yarısı Ekspresi” adlı bir başka film, ülkemizde turizmin ivme kazanmaya başladığı döneme denk geldiğinden midir, bilemiyorum, ülkemiz insanının aşırı tepkisine neden oldu ve filmin gösterimi uzun yıllar yasaklı kaldı. Bu filmi hiç seyretmedim. Ancak gezdirdiğim çok farklı ülkelerden insanların büyük bölümünün bu filmi izlemiş olduklarını fark ettim. Asimetrik ilgi gösterdiğimiz bu filmin arkeolojik kazısı yapılmamıştır. Yasaklanmış olması filimde nasıl bir Türkiye ve Türk insanı imajının verildiğini toplum olarak anlamamızı engellemiştir. Neyle suçladığınızı, nasıl algılandığınızı bilmediğinizde, yanlışlarınızı düzeltemeyeceğiniz gibi maruz kaldığınız haksızlıklar konusunda da sağlam ve inandırıcı stratejiler geliştiremezsiniz. Öyle de oldu galiba.
Sonuç; Ben kişisel olarak, bu filmin yarattığı asimetrik etkiyle, Türk Turizminin ilgi ve merak uyandıran farklılıkları (doğulu özelliğini) göz ardı ederek batı ile benzerlikleri ön plana çıkarma eğilimine girmeye başladığını düşünüyorum.
Siz bu filmlerin, tek tek ya da birlikte, Türk Turizmi üzerindeki etkilerini irdeleyen bir mastır ya da doktora çalışması okudunuz mu? Daha doğrusu bu tür bir çalışma yapıldı mı? Yapılması düşünüldü mü?
Tartışmaya açık...
Bu tür arkeolojik kazılara devam edeceğim.
Meraklısına not: Yazdıklarım deneyimlerim ve yaşam felsefemi yansıtan tümüyle kendi görüşlerimdir. Katılır, katılmaz, hatta saçma bile bulabilirsiniz. Bazıları da böyle düşünüp, böyle yazıyorlar diye geçip gidiniz. Sağlam düşünceler genellikle farklı bakış açılarından beslenenlerdir.
Turizm konusunda yapılan tartışmalar ve değerlendirmelerin köklü ve kapsayıcı bir temel üzerine oturtulamadığını düşünüyorum. Gördüklerim, duyduklarım, okuduklarım bana fil ve kulağı hikayesini hatırlatıyor. Herkes, filden bağımsız olarak, tuttuğu ya da dokunduğu yeri tanımlamaya, anlamaya çalışıyor. Ve, bana buradan bir fil tanımı çıkamaz, çıkamayacak gibi geliyor. Turizm konusunda arkeolojik kazı denemesi gibi güç bir işe soyunmamın nedeni bu. Olayın tümünü, tüm girdi ve çıktıları dikkate alarak anlamaya çalışmadan başka yol yok.
Arkeologların tersine turizmde kazıya en eskiden başlamak durumundayız ve karşılaştığımız en küçük olay ya da nesneyi, zaman ve mekan ölçeğinde, enine boyuna incelemek, yorumlamak ve ulaşılan farklı sonuçları eksiksiz ve ortak bir “fil” tanımına ulaşabilmek için sentezleyebilmeliyiz.
İşte bir yüzey araştırması denemesi;
Ele alınması gereken en alt tabaka, bana göre, 19. Yüzyılın sonlarına doğru (1883) devreye girip yaklaşık 130 yıl süreyle Paris-İstanbul arasında deyim yerinde ise, mekik dokuyan “Doğu Ekspresi” olgusudur. Bugün de hizmet vermekte olan gizemli Pera Palas oteli ve muhteşem mimarisiyle Sirkeci Garı bu tren ve yolcuları için inşa edilmişti. Doğu Ekspresi biri Avrupa’nın batısında diğeri doğu sınırında, birbirinden çok farklı iki turizm markasını, Paris ve İstanbul, birbirine bağlıyordu. Bağlarken batılı insanların Büyük İskender ile başlayan doğuya yani farklı ve egzotik olana ilgi ve meraklarını da açığa çıkarıyordu. Üzerinde durulması gereken bunun kısa süreli bir heves değil uzun soluklu bir eğilim olduğunun anlaşılmasıdır. Daha sanayi toplumu çalışanı batılı turistlerin çok tuttuğu güneş-deniz-kum üçlemesi turizm piyasasına sürülmeden yaklaşık yarım yüzyıl önce batılı aristokrat-burjuva gezginler doğunun, yani farklı olanın cazibesine kapılmışlardı bile.
Sonuç, İstanbul Paris’e eşdeğer bir turizm markasıdır. Batıdan çok farklı olan doğu ilgi odağındadır. Geziye katılanlar aristokrat, burjuva gibi soylular ya da işverenlerden oluşmaktadır.
Bir endüstri olarak turizm II. Dünya Savaşı sonrasında, sanayileşme ve kentleşmenin bir yan ürünü olarak gelişmeye, yaygınlaşmaya başlar. Başta İngiltere olmak üzere kuzeyin soğuk, yağışlı ve güneşin pek de cömert olmadığı Sanayi ülkelerinin, yorgun, çalışma isteği ve iş verimi düşmüş kentli teknokrat ve işçileri kitleler halinde turizme katılmaya başlarlar. Öncelikli beklenti düşmüş olan yaşam sevinci ve iş veriminin, en azından eski seviyesine, getirilmesi, yükseltilmesidir. Hafta sonu tatilleri ve ücretli yıllık izinlerin ortaya çıkışının ardındaki temel neden budur. Güneş-deniz-kum üçlemesi de ilk turistleri ortaya çıkaran sanayi ülkelerinde kalın elbise ve şemsiyeye gerek duymadan açık havada güneşin tadını çıkarma imkanının çok sınırlı olmasıdır. Günümüzün başta Fransa olmak üzere (ki İngiltere’ye en yakın , güneşi bol Akdeniz Ülkesidir), İspanya, İtalya, Yunanistan gibi ünlü tatil beldeleri, güneşe olan bu talebi karşılamak için ilk turizm destinasyonları olmuşlardır. Deniz ve kum buna sonradan eklenmiştir. Adına kitle turizmi denmesini başat nedeni katılımcıların, dönemsel olarak, kentlerde kalabalıklar halinde yaşamaktan hoşnut olmalarıdır.
Sonuç; bir endüstri olarak turizm, sanayi toplumlarının kentlerde yaşamaktan keyif alan teknokrat ve işçilerinin güneşli Akdeniz kıyılarında güneşin ve denizin tadını çıkararak yaşama sevici ve iş verimliliği depolamalarına yardımcı olmak için ortaya çıkmıştır. Turizm olgusuna kitleler halinde katılmaları, kentlerde kitleler halinde yaşıyor ve bundan keyif alıyor olmalarıyla ilişkilidir. Doğal olarak kıyılarla sınırlı turistik alanlarda taleple uyumlu kentsel dokular hakimdir.
Ders kitapları dahil pek çok yayında turizm bir “boş zaman değerlendirme” aracı olarak değerlendirilir. Bu çok yanlış anlamalara yol açabilecek anlamsız bir nitelemedir. Turizmin yaşama ve dolayısı ile çalışma ve iş verimini artırmaya yönelik bir hizmet alanı olarak kabul edilmiş olması çok daha içerikli ve gerçek taleple örtüşen bir turizm anlayışı yaratabilir, pek çok yanlış uygulama ve anlayışı önleyebilirdi.
Bazen küçük bir nüans çok köklü anlayış değişimlerine yol açabilir. Örneğin; yine ders kitapları da dahil pek çok yayında turistler refah seviyesi yüksek (zengin) insanlar olarak tanımlanmaktadır. Turisti “yolunacak kaz” gibi görme biçimindeki yaygın anlayış bu basit nitelemenin kaçınılmaz bir uzantısıdır. Bunun yerine, turisti sınırlı imkanlarını ülkemize seyahat etmek için ayırmış, bir çok seçenek arasından kentimizi, işletmemizi seçmiş birisi olarak nitelemek ve tanımlamak çok daha farklı bir anlayış ve uygulama ile sonuçlanabilir.
Bir iki destinasyon dışında turizmle henüz sıkı-fıkı olmadığımız 1960’lı yıllarda İstanbul’da çekilen Ünlü yıldızların oynadığı Oskar’lı “Topkapı” filmi o yıllarda da doğuya, Türkiye’ye olan ilginin ve merakın devam ettiğinin işareti olarak değerlendirilebilir. Nasıl değerlendirildiği ortada.
Yaklaşık yirmi yıl sora çekilen “Gece Yarısı Ekspresi” adlı bir film, ülkemizde turizmin ivme kazanmaya başladığı döneme denk geldiğinden midir, bilemiyorum. Ülkemiz insanını aşırı tepkisine neden oldu ve filmin gösterimi uzun yıllar yasaklandı. Bu filmi hiç seyretmedim. Ancak gezdirdiğim çok farklı ülkelerden insanların bu filmi izlemiş olduklarını fark ettim. Asimetrik ilgi gösterdiğimiz bu filmin arkeolojik kazısı yapılmamıştır. Yasaklanmış olması filimde nasıl bir Türkiye ve Türk insanı imajının verildiğini toplum olarak anlamamızı engellemiştir. Neyle suçladığınızı bilmediğinizde, yanlışlarınızı düzeltemeyeceğiniz gibi maruz kaldığınız haksızlıklar konusunda da sağlam ve inandırıcı stratejiler geliştiremezsiniz. Öyle de oldu galiba.
Sonuç; Ben kişisel olarak, bu filmin yarattığı asimetrik etkiyle, Türk Turizminin ilgi ve merak uyandıran farklılıklarını (doğulu özelliğini) göz ardı ederek batıya olan benzerliklerini ön plana çıkarma eğilimine girmeye başladığını düşünüyorum.
Siz bu filmlerin, tek tek ya da birlikte, Türk Turizmi üzerindeki etkilerini irdeleyen bir mastır ya da doktora çalışması okudunuz mu? Daha doğrusu bu tür bir çalışma yapıldı mı? Yapılması düşünüldü mü?
Tartışmaya açık...
Bu tür arkeolojik kazılara devam edeceğim.