“Beydağları Efsane Söyler” adlı eserinde Mustafa Tuncel şiirsel anlatımıyla Beydağları adını bütün beyleri kıskandıran göz kamaştırıcı sürü sahibi, insan dostu bir Bey ile sevdalısına bir türlü kavuşamayan bir çobanla ilişkilendirir. Aslında sadece Beydağları değil Toros Dağları bütünüyle boğaların olduğu kadar, keçi ve çobanların dolayısıyla konar-göçerlerin (Yörükler), Alageyiklerin, leoparların, sedir ve servi ağaçlarının, köknarların, defnelerin, dağ keçilerinin, deniz kaplumbağalarının ve antik yerleşimlerin de anavatanıdır.
Sevgili Tuncel’in kelimelerini de kullanarak, sevdalı çobanın öyküsüne, Beydağları adının ardındaki söylenceye kulak verelim.
Nereli olduğunu bilmediğimiz sevdalısını arayan çoban, karşısına çıkan aksakallı bir ihtiyarın “senin sevdalın da sürün de buralarda değil, uzaklarda, beyin dağlarında. Oyalanma, var git oraya” öğüdünün peşinde bugünkü çetin Beydağları coğrafyasına vasıl olur ve hiç kimsenin hiçbir zaman başı ile sonunu birlikte göremediği, sayısını bilemediği sürüsü kadar ünlü Bey’in baş çobanı olur. Yeni çoban sürünün yönetimini tez zamanda eline alır ancak gözü ve de aklı dağlarda, köylerde, obalarda, çadırlarda sürekli yavuklusunu, sevdalısını arar. Bekler, yine bekler. Aylar yıllar geçer. Sevdalısı bir türlü görünmez.
Bir gün bin yıl önceden gelip bin yıl sonraya akan bir ses duyar. Akdeniz’e doğru bakar ve beyaz tenli, narin bedenli, uzun kara saçlı yavuklusunu, sevdalısını bir hayal, bir düş gibi, dalgaların altına girip köpüklerin üzerinde uçarken görür. Çoban, denizden gelen yavuklusunu, denizkızını yitirmemek için ardından soluğu tükeninceye dek koşar, ancak nafile. Sevdalısı dalgaların ve ufuktaki sisin ardında gözden kaybolur gider
Çoban sevdalısının peşinden gitmek için yanıp tutuşur ama sürüyü çobansız bırakmaya, beyinin emanetine hıyanet etmeye de gönlü razı olmaz. “Ulu tanrım, gitmem, onu bulmam gerek. Ne olur tanrım, beyimin sürüsüne elin eli değmesin! Kurt dalmasın, canavar yemesin! Ben gelene kadar onları orada öyle bırak beklesinler” diye yakarır. O ana dek yer yer olalı, gök gök olalı böyle içten bir yakarışa, böyle candan bir çağırışa tanık olmamıştır.
Yakarışı bitince çoban sürüsüne dönerek gür bir sesle “aslan boğalarım, sütlü ineklerim, çevik keçilerim! Çönün, çömelin” diye seslenir. Ve o an Bey’in azgın boğaları, boylu inekleri ve kıvrak keçileri birbirine yanaşır, ağır ağır çömelir, sıra sıra toprağa yaslanırlar. Uzun bir boğa sırası deniz boyunca akıp gider, Bey’in topraklarının ötelerine uzanır. Binlerce yıllık güçlü çağırı bütün boğaları yere çakmıştır. Sonra çoban Akdeniz’e, onun sonsuzluğuna bakarak çömelmiş boğaların arasına sırtını toprağa, yüzünü gökyüzüne vererek uzanır. Gözyaşları akar toprağı ıslatır. Tanrıya son bir kere yakarır. Sevdalısının çıkıp geldiği ve gidip yittiği Akdeniz’in kıyısında hiç kimsenin hiçbir zaman başı ile sonunu birlikte göremediği sürüsüyle, Bey’inin sürüsüyle kucak kucağa taşlaşıp kalır. Tüm Anadolu’yu batıdan doğuya boydan boya kuşatan sıra dağlara Toros (boğa), onun batı ucundaki bölümüne Beydağları denmesi bundandır. Bir başka anlatımla Toros ve Beydağları’nın mayasında çoban, boğa ve keçi hakkı vardır. Bu dağlara Toros, Beydağları, yarımadaya Teke Yarımadası adlarının verilmiş olması, bu dağların konar-göçer (yörük) yurdu olarak bilinmesi bundandır.
Antalya Karaali oğlu parkından batıya Beydağlarına doğru bakanlar boğayı, keçiyi andıran tepeler arasında sevdalısına kavuşamamış bahtsız çobanın yaşlı gözlerle gökyüzünü süzen siluetini de mutlaka göreceklerdir.
Karaalioğlu Parkı’ndaki miradorlardan birine Beydağları söylencesini anlatan ve onu dağ dağ, zirve zirve tanımamıza, keşfetmemize aracılık edebilecek bir panonun koyulması bile, ne yazıktır ki, MS 2013 yılı Haziran ayı itibarıyla, akıl edilememiştir. Son on beş yirmi yılda birkaç kez denemiş olmama karşın başaramadım… Bu muhteşem dağları kültür ve turizm mekanına dönüştürememiş olmamız bu akıl edememiş olmanın kaçınılmaz sonucudur.
Oysa, on beş yılı aşkın bir süre önce dünyanın tavanı olarak bilinen Everest Tepesine tırmanan sayılı dağcılarımızdan biri olan sevgili Yılmaz Sevgül hocamız Antalya’ya gelişinin ilk yılında Sivri Dağın (ki miradorlardan rahatlıkla gözlenebilir) 1050 m uzunluğundaki dik kaya yüzeyine (dünyada ender buluna bir özellik) zorlu ancak keyifli bir tırmanış gerçekleştirmişti. Yerel ve ülkesel kamuoyunun dikkatini çeken bu tırmanışta Sevgül hoca geceyi nefes kesici Antalya manzarası eşliğinde, halatlar üzerine kurduğu çadırında geçirmişti. Değer bilenin elinde tek başına bu etkinlik bile bir Antalya klasiği, bir Antalya markasına kolaylıkla dönüştürülebilirdi. Olmadı. Olamadı.
Boğanın da, Bey’in de, Tekenin de eril olmasına inat bu dağların en yüksek zirvesine (3080 m) doğurganlığın, bereketin, yenilenmenin, anaçlığın simgesi olan “Kızlar Sivrisi” adının verilmesi dişilliği yüceltip bir Anadolu geleneği olarak erilliğe tepeden bakma olarak okunamaz mı? Kadını ailenin, toplumun direği bilen, kavminin bireylerini ana adıyla anan Likya ülkesinin bu en yüksek zirvesine de böyle bir ad yakışırdı. Tüm batı Anadolu’ya tepeden bakan bu “sivri” Efes Artemis’inin göğsünde çoğalıp boğanın yumurtalığı ile özdeşleşerek eril ile dişili sentezleyip bereketi tanrısallaştırır.
Bu zirvenin de efsanesini dillendirir sevgili Tuncel. Yılın ilk karını alan ve yılın neredeyse tamamında ben diyeyim ana sütü, siz deyin bir genç kız gelinliği kadar beyaz karlarla kaplı Kızlar Sivrisinin her iki yanında kralları birbirine düşman iki ülke varmış. Can düşmanı krallardan birinin kızı ile diğerinin oğlu sevdalanmışlar. Hem de ne sevdalanma. Onların sevdası derinleşip kara sevdaya döndükçe krallar arasındaki düşmanlık da bilenip çılgınlığa dönüşmüş. İki sevdalı çaresiz, bir dolunay öncesi her şeyi geride bırakıp Kızlar Sivrisi’nde buluşmaya karar verirler. Sevdalılar sözlerini tutar ve dolunay öncesi zirveye çıkarlar. Ancak kavuşup kavuşamadıklarını kimseler bilemez. Ne oğlandan ve ne de kızdan bir daha hiçbir ses duyulmamış, hiçbir iz görülmemiştir. Çok sonra çobanlar zirvenin sırtındaki küçük bir çukurda, kimin olduğu bilinmeyen üzeri en kızgın yaz güneşinde bile pes edip erimeyen bir kar parçası ile kaplı elle kazınmış bir mezar buldular. Yöre halkı bu inatçı kar parçacığının sevdalı kızın gelinliği olduğuna ve iki sevdalının üzerini örttüğüne inanır.
Kavuşup kavuşamadıkları bilinmeyen sevgililerin Kızlar Sivrisi zirvesindeki mezarını bir gelinlik gibi örten ak karlar eriyip su yollarını besleyerek tüm Teke Yarımadası’na ana sütü gibi can ve bereket verir.
Böylesine kutlu bir dağın eteklerinde yaşadığımızı biliyor muydunuz?