Zaman zaman, bazı konferanslara konuşmacı olarak çağrılırım. Bu toplantılara katılan dinleyicilerin birçoğu ülkemizi tanımıyordur ve genellikle, Türkiye’yi tanıtacak bir konuşma yapmam istenir. İlk sorum şu olur, “Türkiye’yi tanıyor musunuz?” Bazen, birkaç kişi çıkar ve tanıyorum diyerek ellerini kaldırırlar. Onlar da, ya sadece Kapadokya’ya gitmişlerdir, ya da Antalya’ya gelmiştir. Yani turistik gezidir yaptıkları. “Aslında tanıyorsunuz, ama farkında değildiniz” derim.
“Noel Baba’yı, Ağrı Dağı’nı, Dicle’yi, Fırat’ı, Truva’yı, Anaksimandros’u hiç duydunuz mu? Kıral Midası, Pergeli Apollonius’u, Homeri, Heredot’u bilir misiniz? Hepsi burada. Peş peşe yüz fotoğraf gösterip, yüz soru sorduğunuz zaman bilmediklerini, tanımadıklarını zannettikleri bu topraklar hakkında çok şey bildiklerini fark ederler.
Sizce kentimizi tanıyor muyuz? Çoğumuz, içinde yaşadığımız ülkeyi veya kenti sanki bir yabancıymış gibi yeterince bilmiyor, tanımıyoruz. Hatta birçok yabancı bu ülkeyi bizden iyi tanıyor! Öyleyse, bilemediğimiz, tanımadığımız bir kent konusunda nasıl bir ütopya kurabiliriz? Nasıl bir perspektif çizebiliriz? Ya da bunları nasıl gerçekçi temellere oturtabiliriz?
Durup, bunun üzerinde düşünmemiz gerekir.Mesela, “Ambar katran” diye bir şey duydunuz mu, ya danedir, nerededir diye düşündünüz mü? Ambar katran, bucoğrafyanın en yaşlı canlısı; iki bin yaşını aşmış bir sedir ağacı. Finike’nin Ördübek Yaylası’nda yaşar. Peki, Apollonius’u duydunuz mu? Antalya da, Perge’de yaşamıştır. Ondan tam bin yıl sonra, Kepler’e ilham vermiş, gezegenlerin yörüngelerini ilk kez tanımlayan kişidir. Eğer bunlarla aynı coğrafyayı, aynı kenti paylaştığınızı bilmiyorsanız; o zaman, içinde yaşadığınız kent konusundaki düşünceleriniz yeterli derinlikte olamayacak, ütopya kurmakta zorlanacaksınız.
Kent üzerine düşünmek, kent üzerine öneri geliştirmek için, yaşadığımız kenti azda olsa bilmek gerekir. Belki “bilmek gereklidir” lafı yanlış ve eksiktir, çünkü, bu tür konuların bu kentte yaşayanlara aktarılması, tanıtılması gereklidir. Bu sorumluluk hepimize düşer. Sadece kent yöneticilerinin yapacağı bir iş değildir. Özetle, ütopya kurmanın temel nedenlerinden biri, içinde bulunduğumuz zenginlikleri bilmektir.
YAŞANAN COĞRAFYAYI SEVMEK
Ben İzmir doğumluyum ve kendimi, sonradan görme bir Antalyalı olarak tanımlıyorum. Antalya’ya gelişim de öyle isteyerek falan olmamıştı. Neredeyse bir tür sürgündü. Tıpkı, Halikarnas Balıkçısı’nın başına geldiği gibi; sonra buraya âşık oldum, sevdalandım. Bu nedenle, kendimi bir Antalya sevdalısı olarak görüyorum. Elimden geldiğince, taşını, dağını, toprağını, denizini, denizinin dibini ve her şeyini öğrenmeye çalışıyorum; çünkü sevmek öğrenmektir. Mesela, eşimin hangi hediyeden hoşlandığını, hangi müziği sevdiğini, hangi yemeği, hangi lokantayı sevdiğini bilmiyorsam ona sevgimi ifade edebilmem mümkün değildir. Sevdiğinizi tanımak zorundasınızdır.
İzmir’i de, Antalya’yı da seviyorum. Öyle zannediyorum ki, sevebileceğim daha pek çok kent devardır ama ben kendime mekân olarak burayı seçtim. Bir başka yeri seçecek olsaydım Antalya bundan hiç rahatsız olmazdı, ben de rahatsız olmazdım. Çünkü, bir başka yeri sevmek için de iyi nedenler bulabilirdim. İşte, bu da bir başka perspektiftir.
Yaşadığınız coğrafyayı sevebilmek için nedenler bulmak zorundasınızdır. Şu ana kadar yapılan konuşmalardan çoğu, olumlu bir tablo çizdi. Oysa, ormanlarımızı berbat ettik, havamızı kirlettik, betonlaştık… Eğer, içinde yaşadığınız kenti, bu refleks içerisinde hep yaptığınız kötülüklerle görüyor ve öyle tanıyorsanız, o zaman nasıl sevebilirsiniz ki! Kent üzerine ne tür ütopyalar geliştirebilir, ne tür perspektifler çizebilirsiniz ki!
Bu durumda, çoğunlukla karanlık perspektifler çizer, öcülerle dolu ütopyalar geliştirirsiniz. O zaman, bir kente nasıl bakmak gerektiği konusunda da biraz kafa yormak gerekir. Bu, hiçbir zaman, kötülükleri ve çirkinlikleri gözardı etmek anlamına gelmiyor. Onları bilirsek, sorunları çözecek temel nedenlere hakkını verir ve kente bağlanırsınız. Sorunları çözecek temel nedenlerin yanında, ne kadar güzelliğimiz varsa öne çıkarmak gerekir. Eğer böyle bakmazsanız, onlar da bir gün kara listeye giriverirler.
Kent hakkında ütopya kurabilmenin, bir kente sevdalı olabilmenin yollarından bir de kente bağımlılıktır. Kent bağımlısıyız. Bu nedenle kent bizim için çok önemli, bunu bilmek zorundayız. “Belek Ormanları’nda yüz elli bin ağaç kesildi” diye dert yanıyoruz. Peki, içimizden kaç kişi Belek Ormanları’na gidip piknik yapmıştır. Bir ağacının dalına, gövdesine dokunmadığımızda, ormanla aramızda nasıl sıcak bir ilişki olabilir ki? Öyleyse, bütün bunlardan nasıl şikayet edebiliyoruz. Kullanmadığımız, tadına varmadığımız şeyleri, sadece sözcüklerle ifade etmek, timsah gözyaşlarıyla ağlamak gibi bir şey.
Vazgeçtim Belek Ormanları’ndan, daha yakındaki ormanlara gidebiliyor muyuz? Bu tür yerler, ne yazık ki, çok kısa zaman dilimlerinde gidebildiğimiz yerler haline geldi. Öyleyse, kentleri ormanlaştıracak, kentleri yeşil alanlara çevirecek ütopyalar kurmak belki çok daha iyidir. Betonlaşmadan şikâyet ediyoruz ama, Antalya’yı üç katlı evlere bölseniz acaba daha mı iyi olur? Ya da yaşamak zorunda olduğumuz o beton görünüşlü apartmanları, çok daha iyi görünebilir biçimde düzenleyecek ütopyalarımız olamaz mı? Yani doğayı görmek, yaşamak için, kent dışına gitmektense, sürekli yaşadığımız yeri, ait olduğumuz mekânları ormanlara, yeşil alanlara dönüştürmek daha akıllıca bir ütopya olmaz mı?
GÖÇÜN ÜTOPYALARLA İLİŞKİSİ
Antalya’da genellikle en çok şikayet edilen konulardan biri göçtür. “Göç alıyoruz ve bu göç, sorunlarımızın büyük bir bölümünü oluşturuyor” şeklindedir. Göç, bütün kentlerde görülen en önemli sorunlardan biridir. Bugün, en beğendiğimiz Avrupa kentleri de göç almışlardır ve almaya da devam ediyorlardır. Ama bazıları iyi yönde göç alır veya göç alarak farklılıkların ön plana çıkarılabileceği ortamlar yaratabilir. Böylece göçün zenginleştirici özellikleri olumlu bir katkı sağlayabilir. Göçün hep olumsuz yönlerini görerek, öyle bir ütopya mı geliştireceğiz? Yoksa, buraya gelen herkesi, bir Antalyalı sevdalısı yapacak ütopyalar mı geliştireceğiz? Tartışılması gereken soru bu gibi geliyor bana.
Bugünkü konuşmalarımızın çoğunda sanal bir kent, sanal bir Antalya yaratıldığını fark ettim. Bu sanal Antalya’da, genellikle karamsar bir tablo çizilmişti; betonlaşmış, yeşil alanları olmayan bir Antalya. Ama yakından incelediğiniz zaman yeşil alanların hiç kullanılmadığını göreceksiniz. Sanallıktan bu nedenle söz etmiyorum. Antalya betonlaştı diye yakınanlar, dağları, denizi görmüyorlar. Kentin çevresinde hangi dağlar var, hangisinin zirvesinin ismi ne, bilmiyorlar. Antalya’nın denizinden bile güzel dağlarına ne isim verildiğini, pek azımız biliyor. Bunu öğrenebileceğimiz bir eğitim almadık. Bu nedenle, tanımladığımız kent sanaldır, gerçek bilgiden uzaktır. Bu durumda, sanal bir kente de ancak sanal ütopyalar çizmek durumunda kalacağımızdan endişe ediyorum.
Biraz önce Giray Ercenk’in dediği gibi, insanlar, beş yüz bin yıldan beri burayı tercih ediyorlar. Neandartel’inden Apollonius’a Klaidisyus Peizon’dan Alaaddin Keyhüsrev’e, Atatürk’ten Tuncay Neyişçi’ye ve bugün milyonlarca turiste varıncaya kadar tercih edilen bir kent Antalya.
Kentin bundan iki bin yıl önce, bugünkü nüfusundan çok daha kalabalık bir nüfusu barındırdığını biliyor muydunuz? Üstelik bu öyle gelip geçici dönemlerde zirve yapan rakamlar değil. O zamanlar, bu kadar çok tercih edilen bir kent niye tercih edilmiştir sizce?
SANAL KENTİN KİRACILARI
Bugün, gerçekten Antalya’da mı yaşıyoruz? Alman arkadaşımız Thomas’ın söylediklerinin bir kısmına gönderme yaparak söylüyorum; Konyaaltı plajının adını Beach Park’a çevrilmesine hiç birimiz ses çıkarmadık, neden?
Turizm ve oteller bize para getiriyor diyoruz. Otellerin isimlerine bakın, kendinizi yabancı hissetmiyor musunuz? Hüseyin Çimrin’in de, benim de vurgulayarak söylediğimiz gibi, bu kentte bir yabancı gibi yaşıyoruz? Yani, sanal bir kentin, sanal sakinleri gibi, bir yabancı, bir kiracı gibi.
Bu koşullarda bir ev sahibi olabilir miyiz? Eğer bir kentin ev sahibi değilseniz, kendinizi ev sahibi hissetmiyorsanız, kiracı ütopyalarıyla bu kenti nereye götürebilir, kente nasıl bir boyut kazandırabilirsiniz?
Bir kenti planlarken, bir kent hakkında ütopyalar geliştirirken, ona sadece kendi gözünüzle bakarak ütopya geliştirirseniz birçok eksiği olur. Bu kent için ütopya geliştirirken, ağaçları da dikkate alarak, onların gözüyle de bakarak, rüzgârı da hesaba katarak, denizi, dağları da dikkate alarak, gelmişini, geçmişini, geleceğini, Hansı’nı, Mehmet Ağası’nı, bu coğrafyanın sunduğu bütün değerleri dikkate alarak planlamak gerekir. Oysa benim içinde yaşadığım kenti yönetenler, “Antalya’yı güzelleştiriyoruz” diye slogan atarken, bu kentte yaşayan bir Antalya sevdalısı olarak “Kentinin canına okuyoruz” diyebiliyorum. Böylece, birbirimize yabancı kaldığımız ve sorunlarla dolu bir kentte yaşamak zorunda kalıyoruz.
Kentimiz insanlar için değil, aslında, motorlu araçlar için planlanan bir kenttir. Gerçekleşen ütopyalarımız, insandan çok araçları, bir yerden bir yere daha hızlı götürebilmek konusuna odaklanmıştır. Ütopyalarımızın içine bu görüşleri de katmakta fayda vardır.
2026 yılından buraya baktığımız zaman, Thomas çok daha farklı birilerini, farklı bir Antalya’yı da görebilecektir. 2026 yılında Antalya’yı nasıl görebilirim diye düşündüğüm zaman ben de aynen Thomas gibi çok olumluyum. İddialı bir biçimde sıklıkla dile getiriyorum bunu.
Bütün eleştirilerimize rağmen, Sayın Hüseyin Çimrin’in de dediği gibi, ufak rötuşlarla, konunun ehli kuaförlerin küçük dokunuşlarıyla dünyanın pek çok kentiyle yarışabilecek güzellikte bir kentte yaşıyoruz. Bu, kente hangi gözle baktığınızla çok yakından ilgilidir. Benim gözlerim bunu görüyor ve benim ütopyamda bunu söylüyor.