Mayıs ayının son günü Covit-19 izin günümdü. Eşim ile birlikte kentte yürüdük şöyle bir. Cumhuriyet Meydanı’ndan geçerken yine gözüme takıldı. Eve dönünce bu konuyu, Cumhuriyet Meydanı, yeniden yazmaya karar verdim.
Meydanı süsleyen Atatürk Anıtı, özel bir anıttır. Birçok yönden; Birincisi heykel değil, kaidesi ile bütünleşen bir anıttır. İkincisi tüm giderleri Antalya halkının gönüllü bağışlarıyla karşılanmıştır. Üçüncüsü, bir yarışma sonucu seçilmiştir. Yontu sanatçısı Prof. Hüseyin Gezer tarafından tasarlanmıştır. Belki de en önemlisi, ziyaretçileriyle sarmaş dolaş olabilen içten, sıcak kanlı, yaşayan bir anıt olmasıdır.
Aslında, Cumhuriyet Meydanımızın konumu da muhteşem. Yerine koyulduğu 1964 yılı dikkate alındığında, anıt için bundan daha güzel ve anlamlı bir yer bulmak mümkün olamazdı herhalde. Bir yanda kalekapısı diğer yanda Yivli Minare gibi iki özgün kültürel yapı ve arkada muhteşem Akdeniz ve Beydağları manzarası. Doğayı ve kültürü birbirine kilitleyen bir konum.
Hep düşünmüşüm ve yazmışımdır. Bu meydan ve anıt bu değerlerin hepsi ile birlikte, birbirleriyle iletişim, etkileşim içinde planlanmalı. Meydandan doğuya baktığınızda kendinizi Mevlevi hane, Yivli Minare, Nigar Hatun ve Zincirkıran türbeleri ve kalekapısı ile aynı mekan içinde, bu bütünün bir parçası gibi hissedebilmelisiniz. Benzer biçimde, batıya baktığınızda da Akdeniz’i ve Beydağları’nı damarlarınızda hissedebilmelisiniz. Geri kalan her ayrıntı (zemin kaplaması, ağaçlar, kent mobilyaları, vb.) bu etkiyi geliştirecek, yüceltecek araçlar olarak tasarlanmalıdır.
Meydan çevresindeki, Büyük otel dahil, binalar yıkıldığında, meydan tasarımıyla ilgili bir tasarımı, Türkiye Tabiatını Koruma Derneği Bakanı olarak dönemin Belediye Başkanı Hasan Subaşına sunmuştum. Meydan Kalekapısı’ndan barlar sokağına kadar düzayak (aynı seviyede) düzenlenecek, şimdi çukur olan kısım otoparka dönüştürülecekti. Tophane Çay Bahçes, sur kalıntıları, falezler korunacak, meydanın içinden trafik geçmeyecekti. Rahmetli dostum Cengiz Bektaş’ın da önerdiği gibi, yol Kadınyarı’nda yer altına alınacaktı. Siz Cumhuriyet Meydanından yaklaşık yarım saatte bir geçen tramvay yolunun zeminden yarım metre aşağıdan geçiyor olmasına bir anlam verebiliyor musunuz? Ama Cumhuriyet Meydanımızı bölüyor.
Meydandan yat limanına iki adet teleskopik asansörle inilecekti. Bugün hizmet veren asansör fikri o zaman dile getirilmişti ve önerimizin, yıllar sonra da olsa, gerçekleşen tek noktasını oluşturdu. Kaleiçi ve yat limanına motorlu araç girişi yasaklanıyor, yat limanındaki otopark kaldırılıyordu (meydan zemininin altında oluşturulacak otoparkın bu ihtiyacı karşılayacağı düşünülmüştü).
En çarpıcı önerimiz de kent merkezindeki askeri gazino ve Askerlik Şubesinin kaldırılarak (başka bir yere taşınması anlamında), alanın Cumhuriyet Meydanına dahil edilmesiydi. Hatırladığım, ısrarlarıma karşın, basının böyle radikal bir öneriyi haber yapma konusundaki isteksizliğidir. Üzerinde düşünmek için geç kalınmış değildir.
Alın size bir başka uçuk düşünce; Ulusal Yükseliş anıtını Tophane Çay Bahçesi doğusunda bir noktada, havada asılı bir platform üzerine taşıyınız (Dubai’deki Burj el Arab oteli tenis kortuna benzer bir tasarımla).
Bunlar uçuk, masraflı projeler olarak görülebilir. Ama üzerinde düşünüp, kafa yormamıza engel değildir. Kente kazandıracaklarını ya da kaybettireceklerini iyi analiz etmek koşuluyla.
Pazar günü benim kafama takılan aslında küçük dokunuşlarla mevcut meydanın nasıl değiştirilebileceğiyle ilgiliydi. Cumhuriyet meydanındaki ağaçlar cumhuriyet meydanına yakışmıyor (çoğu eğri büğrü, ortopedik özürlü), yakışmadığı gibi bu değerlere olumlu bir katkı sa sağlamıyor. Üstelik, kimileri kalekapısı’nı, Mevlevihane’yi görmemizi engelliyor, kimileri Akdeniz ve Beydağları’nın nefes kesici manzarasını perdeliyor. Bunları alıp başka alanlarda kullanıp, buraya, bu meydana yakışacak, değerlerine değer katacak ağaçları, bitkileri (Antalya ve Türkiye’nin karakteristik türlerini kastediyorum) getirmek birkaç haftalık iş. Tramvay yolunu aynı seviyeye getirmek de öyle. Meydan-Kalelapısı arasındaki yürüyüş yolunu rahatlatıp, meydanın bir parçası haline getirmek de öyle.
Eskiden olduğu gibi bugün de suya yazı yamakta ve havaya söz savurmakta olduğumun farkındayım. Ancak, yaklaşık iki ay önce yitirdiğimiz (20 Mart) sevgili dostum mimar, şair Cengiz Bektaş’ın (ki Antalya’ya çok emeği geçmiştir) 1997 Temmuz’unda Ankara’da aldığım “Kimin bu sokaklar, Alanlar, Kentler” kitabında dile getirdiklerini ciddiye almak zorunda da hissediyorum kendimi; “Sizin hiçbir sokağınız oldu mu? Ey ressamlar, ey yontucular, ey mimarlar, ey ahali... Sizin de bir şey kattığınız, elektrik direğine karıştığınız, bir duvarını boyadığınız, bir deliğini tıkladığınız; bir ağaç, bir asma, bir çiçek diktiğiniz sokağınız oldu mu? Kendinize, “sahip” çıkacağınız bir sokak edinin hemen; bir cadde edinin, bir alanınız, bir kentiniz olsun...”
Sadece evlerimiz, sokaklarımız, mahallemiz, kentimiz de değil, ülkemizde bile kiracı gibi yaşıyoruz galiba...