“Don Kişot’lar Akkuyu’ya karşı; Anti-nükleer Hikayeler” (2002) adlı derlemesinde Arif Künar ülkemizin Anti-nükleer hareketinin geniş bir özetini vermektedir. “Nükleer” hikayemizin geçmişi 1950’li yılların ortalarına kadar uzanırken, anti-nükleer hareketİn gazeteciler Ömer Sami Coşar ve Örsan Öymen’in (ikisine de rahmet diliyorum) destekleriyle 1976 yılında başladığı söylenebilir. Nisan 1986 yılında yaşanan “Çernobil Faciası” ve 1990 yılında, liseden sınıf arkadaşım ve meslektaşım rahmetli Savaş Emek’in önderliğinde yürütülen Aliağa Termik Santrali Mücadelesinde elde edilen başarı nükleer karşıtı hareketin güçlenmesi ve yaygınlaşmasına önemli katkılar sağlamıştır. Hareket Ankara’da 1993 yılında düzenlenen, benim de katıldığım “1. Nükleer Karşıtı Kongre” ile zirve yapmıştır.
Benim izlediğim ve hatırladığım, ülkemizde çevre, o zamanlar bugünkü kadar yaygın olmasa da, ekoloji hareketlerinin nükleer karşıtı hareketle eş zamanlı olarak başlamış ve birlikte gelişmiş olduklarıdır. Bizim çevre geçmişimizde, Avrupa’da yaşanmış olduğu gibi, nükleer karşıtı hareketin yoğun etkisi söz konusudur. Ancak, dünyanın ilk nükleer enerji santralini kuran ve ilk atom bombasını Hiroşima kenti üzerine atan Amerika Birleşik Devletleri’nde nükleer karşıtı hiçbir eyleme rastlamadığı gibi, Dünya Çevre Tarihi Amerikan Ansiklopedisinde Çernobil olayına ilişkin hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Buna karşılık, bazı Avrupa ülkelerinde, ülkemizde de olduğu gibi, Çernobil felaketi modern zamanların en önemli çevre olayı olarak görülmüştür. İki kıta arasındaki bu taban tabana zıt algıyı çevre ve ekolojinin ekonomik ve politik yorumu olarak mı okumak gerekir?
Sanıyorum 1996 yılıydı, Akdeniz Üniversitesi Çevre Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi müdürü olarak bir kampanya başlatmayı planlamıştım. Ülkemizde enerji verimliliği yüksek kompakt floresan lambaların piyasaya sürülmeye başladığı ve Akkuyu protestolarının kamuoyunda yankılandığı yıllardı. Yaklaşmakta olan yılbaşını hedefleyen kampanya’nın mottosunu, nükleer karşıtı hareketin gücünü hesaba katarak “Gelin Bu Yıl Sevdiklerinize Bir Nükleer Enerji Santrali Armağan Edin” olarak belirlemiştim. Verilmek istenen mesaj; eğer yılbaşında sevdiklerimize armağan olarak, aile başına bir tek kompakt floresan lamba armağan etmeyi başarabilirsek, bir ampul değiştirme süresi içinde Akkuyu’da yapımı planlanan Nükleer santralın üreteceği planlanan enerjinin %60’ının tasarruf edilebileceği idi. Aslında öncelikli temel amaç konunun odak noktasını nükleer enerjiden, hangi kaynaktan üretilmiş olursa olsun, enerjinin verimli kullanımına çekmekti. Böylece etkinlik sonucu katılımcılar faturalarında önemli (%50-60) düşüşler de sağlayabileceklerdi.
O dönemde kompakt floresan üreten üç firma ile temasa geçmiş olmama karşın başarılı olamadım. Kampanya, acaba nükleer karşıtlığına ters görüldüğü için mi ilgi çekmemişti, yoksa başka nedenler mi vardı? Bilemiyorum. Yaklaşık 10 yıl sonra kızımla birlikte katıldığım TEMA vakfının 15. Kuruluş kutlama alanına girerken elimize birer torba tutuşturdular. İçinden ne çıktı biliyor musunuz? Küresel iklim değişimine katkı sağlayacağı söylenen bir kompakt floresan lamba! Enerjinin verimli kullanımı gibi davranış değişikliğini temel alan ve katılımcılara doğrudan dokunan bir yaklaşım tutmamış ancak Nükleer enerji ve küresel iklim değişimi gibi, önemli ancak insanımıza uzak, politik ve ekonomik yönü ağır basan iki konu öncelik almıştı.
Başından beri, ülkemizin, bulunduğu coğrafya (Anadolu’nun stratejik konumu) ve kültürel farklılığı (İslam) nedeniyle, güçlü devletler tarafından nükleer teknolojiden uzak tutulmaya çalışıldığını düşünüyorum. Anti-nükleer hareketin bu denli erken başlamış olması, yaygınlığı ve etkisi bunu ortaya koyuyor. Türkiye’nin Nükleer teknolojide belirli bir seviyeye gelmiş olmasını tam bağımsızlık projesinin olmazsa olmazı olarak görürüm. Bu köy enstitülerini katılmasından da önemli bir bağımsızlık konusudur. Bu teknolojide belirli seviyeye gelmiş olan İran’ın durumu ortada. Atom bombası üretebilecek kapasitedeki Türkiye’nin askerlerinin başına çuval geçirmeye kimse cesaret edemezdi. Çevre ya da ekoloji, romantik bir konu olmanın çok ötesinde, çok etkili politik ve ekonomik araçtır.
Sera gazı salınımına katkısı oldukça düşük ülkemin bilim insanları, gazetecileri ve sanatçılarının küresel iklim değişikliği konusundaki asimetrik hassasiyetini de bu anlamda değerlendirmek gerekir diye düşünüyorum. Evet iklim değişimi ciddi konudur. Ancak sera gazı salınımının neredeyse dörtte birinden sorumlu ABD konuya kayıtsız kalırken, ülkemin aydınlarının onları almaya çalışmak yerine ülkemizi baskı altına alma çabalarını anlayamıyorum.
Ülkemizde, Arkadaşım Arif Künar’ın dediği gibi, çevreci/ekolojik hareketin karşısına hep “yel değirmenleri” konuldu. Ve biz çevreciler/ekolojistler galiba gönüllü ve samimi Don Kişot’lar olarak yel değirmenleriyle savaştık, savaştırıldık…
Bana sorarsanız, Don Kişot’luğa devam ediyoruz…