Türkiye logosu olarak seçilen “Lale” ve Antalya logosu olarak benimsetilmesi dayatılan “portakal”ın amaçlananın tersi bir işlev gerçekleştirdiği konusundaki görüşlerimin ilgili kişi ve kurumlarca hoş karşılanmadığını biliyorum. Aslında bunlar benim kişisel görüşlerim olmaktan çok görüşlerine başvurduğum bu ülkeyi ziyarete gelen yabancı turistlerin görüşleriydi. Bu, sözü edilen logoların benden ya da daha doğru bir ifadeyle, Türklerden çok yabancı turistler için üretilmiş olmaları gereğinden yola çıkarak, pek de anlamsız bir yaklaşım olarak değerlendirilmemeli. Sonuçta öncelikli amacımız Türkiye ya da Antalya’yı Türklere ya da Antalyalılara tanıtmak değil. Logo mesajını anında, ansiklopedi karıştırmayı gerekli kılmadan doğrudan verebilmelidir. Altındaki “Turkey” ya da “Antalya” yazılarını kapatarak her iki logonun hangi ülkeyi ve kenti çağrıştırdığını ilk önünüze çıkacak yabancı turistlere sorunuz. Haklı olup olmadığıma kendiniz karar veriniz.
Aslında Lale de Portakal da birer simge, Türkiye’nin kendini tanıtma konusunda ne denli sığ olduğunu belgeleyen iki simge. Sahip olduğu çok zengin özgün doğal ve kültürel değere karşın, rakiplerinin de sahip olduğu benzerlikleri ön plana çıkaran tanıtım stratejilerini anlayabilmek olası değil.
Tanıtım stratejileri, sizin hedef kitle beklentileri konusunda ürettiğiniz varsayımlara dayandırıldığı sürece, başarılı olamazlar. Etkili olan, hedef kitlenin taleplerini iyi irdelemek ve bu talepleri karşılayacak ürünlerin sunulmasına yönelmektir. Hatırlayın, Akdeniz ve Ege’de hizmete giren konaklama tesislerinin hemen hepsinde bir disko mutlaka vardı. Bu, eğer kendi talebimizi turistin talebi gibi gösterme açıkgözlülüğü değilse eğer, gelen turistlerin disko talep edecekleri varsayımının dışavurumundan başka bir şey değildir ve tereciye tere satmak anlamına gelir. Disko, tüketicinin yani turistin hem kendi ülkesinde ve hem de rakibimiz olan diğer ülkelerde kolaylıkla ulaşabileceği önceliği ve ayrıcalığı olan bir ürün değildir. Ancak “Türk Hamamı”, adı üzerinde, tanınan ve özgün bir değer, rakiplerimizin sunamayacağı, tıpkı “Türk Kahvesi” gibi görmezden geldiğimiz bir üründür. Türk Hamamı, ne yazık ki, geleneklerine uygun olarak geliştirilip özgün bir sağlık ve eğlence ürününe dönüştürülüp markalaştırılamamıştır.
Tanıtım filmleri ve Kültür ve Turizm Bakanlığının hazırlatmış oldukları da dahil çeşitli kurum ve kuruluşlarca hazırlamış tanıtım broşürlerini inceleyiniz. Farklılıklarımızı değil benzerliklerimizi ön plana çıkaran bir yaklaşımı derhal hissedeceksiniz. Güzel koylar, Avrupai görünüşlü konaklama tesisleri, Kapadokya ya da Pamukkale kareleri, sema yapan dervişler, yunan ya da roma dönemi ören yerlerinden nefis fotoğraflar, birkaç cami silueti vb. ve zaman zaman bunlara eklenen boynunda fotoğraf makinesi ayağında şortu ya da mayosuyla turist görüntüleri, film ya da broşürlerde görebileceğiniz temel konulardır. Toplam içinde göreli olarak az yer kaplayan Kapadokya, Pamukkale, sema yapan dervişleri çıkarın geri kalan temalar, fotoğraflar bu sektörde rakibimiz olan bir başka ülkenin tanıtımı içinde rahatlıkla kullanılabilir.
Kuşkusuz Efes, Bergama, Aspendos antik tiyatrosu, Göcek koyları, vb. önemli doğal ve kültürel değerlerdir. Ancak, üç aşağı beş yukarı benzerleri diğer ülkelerde de vardır. Avrupalı Asyalı ya da Amerikalı bir turistin Türkiye’ye gelmeden önce benzeri doğal ve kültürel değerlerle tanışmış olması çok kuvvetli bir olasılıktır. Bu nedenle, tanıtım vurgusunu Yunan ya da Roma kökenli kültürel değerler yerine rakiplerimizde bulunmayan, Frig, Likya, Hitit, Urartu, Selçuklu, Bizans, Osmanlı gibi kültürel değerler üzerine kurgulamak çok daha etkili olabilir. Rakiplerimizin de sunmakta olduğu benzer doğal değerler yerel halk ve kültür öğeleriyle desteklenerek özgünleştirilmeye çalışılması daha akılcı bir yaklaşım olabilir. Kumarhane ve Disneyland gibi kopya projelerin peşinde koşan yatırımcıların Bin Bir Gece Masalları, harem, iftar sofraları ve ramazan eğlenceleri gibi özgün konuları turistik ürüne dönüştürebilecek projeler üretememeleri bu akıl tutulmasının çarpıcı örneğidir. En azından ramazan ayı süresince, başta İstanbul olmak üzere turizm merkezlerinde camilerin çağdaş mesajlar içeren mahyalarla süslenmesi yepyeni ve özgün bir turizm yaratmanın ilk adımını oluşturabilir.
Bir zaman turistleri kılıç-kalkan ekipleriyle karşılardık. Bu, turizm sektörü temsilcileri tarafından genellikle, çok yanlış bir uygulama olarak kabul edildi ve biz kılıç-kalkan oyununu kültürümüzden sildik. Yanlış olan bu oyunun ülkeye ayak basan kişilere sunuluyor olmasıydı. Oysa yeri ve zamanı iyi seçildiğinde bu son derecede hoş ve etkileyici bir oyun olarak sergilenmeye devam edilebilirdi. Başbakanımızın Yeni Zelanda’yı ziyareti sırasında sergilenen halk oyunu bizim kılıç-kalkan oyunumuzdan hiç de farklı bir oyun değildi. Galiba hem görsel ve hem de işitsel niteliği yüksek “mehteran ekibi”ni de benzeri düşüncelerle turizmden uzak tutmaya çalışıyoruz. Oysa en azından Topkapı Sarayı bahçelerinden birinde belirli zamanlarda yinelenecek mehteran gösterileri çok farklı açılımlara ilham kaynağı olabilirdi.
10 bin yıla yakın geçmişiyle bilinen en eski yerleşim yerlerinden biri olan Çatlhöyük yerleşiminin tüm kültürel boyutlarını (o dönemin yemeklerinin sunumundan, dinsel ayinlere dek uzanan) da yaşanabilir hale getirebilecek bire bir benzerini inşa edip turizmin hizmetine sunabilmeyi düşlemek, bir başka turizm anlayışını gerekli kılar. Bu anlayış bir yanda Topkapı Sarayı Müzesini yaşayan ve yaşanabilen bir Osmanlı Sarayı’na dönüştürebilmeyi olduğu kadar, Truva’da Arşil ile Hektor arasındaki düelloyu yaşanabilir bir ürüne dönüştürme gibi düşlerin gerçekleştirilmesini de olası kılar. O zaman Perge stadyumunda başlatılacak antik dönem araba yarışları Afrodisyas stadyumuna bir başka gözle bakılmasını ve bu muhteşem stadyumda antik dönem olimpiyat oyunlarının sergilenebilmesi düşünü tetikleyebilir. Diskoda köpük partisi kopyacılığı asırlık yağlı güreşi görsel bir spor olduğu kadar katılımcı bir eğlenceye dönüştürebilme olarak tercüme edilebilir.
Düşlerin sonu yok. Gerçekleştirilen her düş ülkemizin tanıtımına ve giderek aranan bir destinasyona dönüşmesine olduğu kadar daha üst gelir grubundan turistlerle yeniden buluşabilmesinin de altyapısını oluşturacaktır.
İlk anda pek çok kişinin tepki ile karşılayacağı ama bir logoda aranması gereken özü çok açık bir biçimde ortaya koyan Lale’ye alternatif bir Türkiye logosu önerisi; bir fes ve atkında palabıyık (Cem İpekçi benzeri). Lalenin tam tersine, dışarıdan aldığımız ama bize mal edilmiş bir simgedir fes. Nerede ise ulusal utanca dönüştürdüğümüz “bıyık” kolaylıkla ulusal gurura da dönüştürülebilir. Yeter ki özgüvenimiz sağlam olsun.