Bayramın birinci ve ikinci günlerini Çıralı’da geçirdim. Deniz kaplumbağaları yumurtlama alanlarını ve geceleri plajların kullanıma kapandığını göründe yıllar önce kaleme aldığım bir yazıyı hatırladım. Yeniden gözden geçirdim. Geçmiş bayramınız kutlu olsun
Dünyaca ünlü astronomi uzmanı Fred Hoyle, büyük bir öngörü ile daha 1948 yılında, yerkürenin uzay boşluğundaki yapayalnızlığını açıkça gözler önüne serecek uzay fotoğraflarının çekilebilmesiyle çok önemli düşünce akımlarının ortaya çıkacağı kehanetinde bulunmuştu. Aradan yaklaşık yirmi yıl geçtikten sonra bu düş Apollo 8 uzay aracı tarafından gerçekleştirildi ve kehanetin doğruluğu anlaşıldı. Apollo 15 ile dünyayı uzaydan izleyebilen James Irwın, duygularını şöyle dile getiriyordu; “Dünya bize uzayın karanlığında asılı duran bir Noel Ağacı süsünü hatırlatıyordu. Ondan uzaklaştıkça küçülüyordu; sonunda bir çakıltaşı gibi kalakaldı. Ama görüp görebileceğimiz en güzel çakıltaşıydı. Bu güzel, sıcak, canlı nesne öylesine hassas, öylesine narin görünüyordu ki, sanki parmağınızla dokunsanız kırılıp dökülecekti.”.
Discovery 5 ile aynı şansı yakalayan, bir başka kültürün temsilcisi, Sultan Bin Selman El-Suud ise “İlk iki gün uzay aracında bulunan herkes kendi ülkesini işaret etmeye çalışıyordu. Dördüncü günden sonra diğer kıtaları görmeye başladık. Beşinci gün sadece bir dünyanın olduğunu anlamıştık.” diye özetliyor izlenimlerini.
Sadece bir tek dünyanın olduğunu kavrayabilmek sadece beş günlerini almıştı bu macerayı yaşayan dünyalıların. Tüm yeryüzüne arka çıkma, onu koruma düşüncesine ulaşan Soyuz 14 astronotlarından Yuri Artyukin’in izlenimleri ise şöyle; “Bu birlik ve bütünlük duygusu basit bir gözlem değil. beraberinde bir merhamet duygusu da oluşuyor. İnsanlar yeryüzüne nasıl davranıyorlar!.. Bunu düşünmeye başlıyorsunuz. Bir denizde ya da gölde bir parça kirlilik saptamış olmanızla ilgisi yok. Hangi ülkenin ormanlarında yangın çıkabileceği ya da hangi kıtada bir kasırga patlayabileceğini oradan gözlemliyor olmanız da önemli değil. Tüm yeryüzüne arka çıkmaya, onu korumaya başlıyorsunuz.”
Burada tanımlanmaya çalışılan, bir çakıltaşı kadar küçük, bir parmak dokunuşuyla kırılabilecek kadar narin, arka çıkılmaya ve korunmaya muhtaç tek ve yapayalnız bir dünya. Bu dünya ile bizim tanıdık dünyamız aynı dünya olabilir mi? Bize koskocaman görünen dünyamız bir çakıltaşı boyutuna küçülebilir mi? Astronotlar yalan söylüyor, televizyonlar hayal gösteriyor olamazlar. İşte yaşlı dünyamızın gerçek boyutları ve gerçek görüntüsü.
Bu deneyim, dünyayı uzaydan gözleyebilme, gerçekten de Hoyle’un ileri sürdüğü gibi yepyeni düşünce akımlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1970’li yıllarla birlikte, küresellik tartışmalarının başlamış olması, mutluluğu tüketimde arayan toplumdan kaynakları verimli kullanmaya odaklanmış topluma evrilmiş olmak, derin ekoloji kavramında insanın, Gia hipotezi kapsamında dünyanın yeniden farklı değerlerle tanımlanmaya çalışılması hep bu nefes kesici deneyimlerin sonrasına tarihlenir. Çevreci hareketlerin doğum tarihi de, bir tek dünyamız olduğunu somut bir biçimde algıladığımız bu yıllara denk düşer. İncelediğinizde küresel Yeşil Barış (Green Peace) ve yerel TEMA vakfının kuruluş tarihlerinin 1970 sonrasına düştüğünü görürsünüz. O günden bugüne tartışılan, tartışmaya devam edilecek olan yepyeni bir dünyada, farklı bir yönetim ve ekonomi anlayışıyla, yepyeni bir insan ve kültür kavramıdır. Farklı coğrafya parçaları üzerinde, insana hizmet sunma durumunda olan turizm sektörünün bu köklü paradigma değişimini iyi değerlendirmesi ve değişimin mantığına uygun yeni stratejiler geliştirmesi kaçınamayacağı bir sorumluluktur.
Dünya artık canlı ve cansız ögelerin rastgele bir arada bulunduğu bir oturma odası olmanın ötesinde, karşılıklı bağımlılıklar, etkileşimler ve destekler yoluyla, kendi kendini yöneten koskocaman canlı bir organizma olarak görülmektedir. Yaşama gücünü yarışmadan (rekabetten, savaştan) değil işbirliği ve paylaşımdan alan bu sistemde, ister canlı ister cansız olsun, var olan her şeyin değerli ve saygıya layık olduğu kabul edilir. Örneğin taş olmadan onun ayrışmasıyla oluşan toprağın, toprak olmadan onun üzerinde yetişen otun, ot olmadan onu yiyerek yaşayan koyunun, koyun olmadan onunla beslenen kurdun ya da insanın olması mümkün değildir. O halde, insanı da içine alan tüm yaşam ile taş, toprak, ot, kurt, vb. arasında yaşamsal bir ilişkinin, bağımlılığın varlığı kesindir. Salt bu dünyada var oldukları için, tek tek ve birlikte, taş, toprak, ot, kurt da, bu bağlamda, en azından insan kadar değerli, gerekli ve saygı değerdir.
İnsanın bu ölçekte tanımlanması onu, üzerinde var olduğu dünya ya da içinde yaşadığı ekosistemin, istediği her şeyi yapabilen egemen ve hükümran bir türü olmaktan çıkarıp, eşdeğer bir bileşene, bir parçaya dönüştürür.
Son yirmi yıldır turizm sektöründe sıklıkla duyulan eko-turizm, yumuşak turizm, sürdürülebilir turizm, yeşil turizm, kırsal turizm, doğa turizmi vb. adlar altında duyduğumuz, örnek uygulamalarını gördüğümüz turizm türleri çıkış noktalarını dünya ve insana ilişkin bu yeni tanımlamalardan almaktadırlar. Farkında olmalısınız, artık plajların, denizlerin, dağların, gökyüzünün sadece bize, insanlara ait olduğu iddiasından vazgeçtik. Kayıtsız şartsız hükümran olduğumuzu sandığımız egemenlik alanlarımızdan giderek artan bir hızla geri çekiliyoruz. Plajlarımızı deniz kaplumbağaları ile paylaşıyor, onların yumurtalarını kumsalımıza bırakmasını saygı ile karşılıyor koruma altına alıyoruz. Bir tesis inşa ederken ağaçların kesilmemesine, doğal bitki örtüsünün tahrip olmamasına, kuşların ürkütülmemesine, kısacası ekosistemin insan dışındaki diğer ögelerinin varlığına özen ve saygı göstermeye çalışıyor, göstermek zorunda kalıyoruz.
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, dünya ve insan tanımlamalarına ilişkin bu köklü değişimin derinlemesine kavranabilmesi turizmin geleceği açısından son derece önemlidir. Gelişmekte olan ülkeler, turizm yatırım kapasitelerinin hemen hemen tümünü kullanmış durumdaki İspanya, İtalya, Fransa, vb. ülkelere oranla, değişen turizm talebini karşılayabilecek potansiyel değerleri içeren, göreli olarak daha geniş ve kapsamlı kaynaklara sahiptirler. Bu özellik, gelişmekte olan ülkelere turizm yatırımlarını, yakıp yıkmak zorunda kalmadan, bu talep değişimiyle bire bir örtüşür biçimde gerçekleştirebilme şansı tanımaktadır. Bu şans daha az yatırımla çok daha büyük gelirlere ulaşabilme olasılığını da içermektedir.
Ekosistemin ya da tüm dünyanın bir parçası olduğunu kavramış ve bunu yaşama biçimine dönüştürmüş olanlar, ABD, Almanya, vb. ekonomik ve kültürel tüketimleri yüksek ülkeler ve bu ülkelerin ağırlıklı olarak turizme katılan vatandaşlarıdır. İster gelişmiş, ister gelişmekte olsun, aynı ülke içinde bile bu tür kaygıları ve talebi olanlar kültürel ve ekonomik olarak daha üst seviyede olan kesimleri oluşturmaktadırlar.
Ekonomik ve kültürel tüketimi yüksek bu kesimin talep profiline uygun yatırımların gerçekleştirilmesi, ister istemez üst gelir gruplarına yönelik, ekonomik ve sosyal yönden çok daha kazançlı ve güvenilir bir turizm yapılanmasını, mutlaka, sağlayacaktır. Kaynakların aşırı derecede kullanılıp kısa sürede tüketilebilme olasılığı da böylece kabul edilebilir sınırlara çekilmiş olacaktır.
Son on-on beş yıl içinde, yani bu talep değişiminin ortaya çıktığı dönemde büyük bir yatırım hamlesine girişen Türk turizminin bu çok önemli şansı iyi değerlendirip değerlendiremediği tartışmalıdır ve tüm yönleriyle tartışılmalıdır. Ancak, fiyatlar ve doluluk oranları bu şansın iyi değerlendirilemediğini net ve matematiksel bir kesinlikle ortaya koymaktadır.
Plajları kaplumbağalar, denizi Akdeniz fokları, dağları ormanlar, gökyüzünü kuşlarla paylaşmak durumunda olmak, bir jeolojik oluşuma, ürkütücü bir yılan türüne saygı duyabilmek pek çok kimseye yadırgatıcı gelebilir. Ama bu özü değiştirmez, değiştirmemeli. Varlığından bile haberdar olmadığımız, toprakta azot bağlayan bir bakteri ile insan yaşamı arasındaki bire bir ilişkiyi kurabilmek, görebilmek yadırgama duygusunu bağımlı olma bilincine dönüştürebilir. Eğer o bakteri, bitkiler ve tüm canlılar için değerli bir besin maddesi olan azotu bağlayarak bitkilerce kullanılabilir hale dönüştürme görevini bir an aksatsa, bir azot okyanusunda yaşıyor olmamıza karşın (atmosferin yaklaşık üçte biri azottur), ne bir turist, ne bir deniz kaplumbağası, ne bir zakkum, ne bir tavşan ve ne de bir turizmci olabilirdi ortalıkta. Bitkilerin ürettiği oksijen olmadan hangimiz var olabiliriz ki?
Çam ağacı, yalıçapkını, kıyı kumulu, bulut, turist, gök gürültüsü, rüzgar, kireçtaşı, bunlar sadece bir bütünün bir birbirini tamamlayan parçalarıdır. Birinin olmaması durumunda diğerinin olabilmesi kuşkuludur ve bu nedenle hiçbiri diğerine göre daha önemli ya da daha önemsiz değildir. Turizm planlaması bu canlı ve cansız ögeleri dikkate aldığı, onlara saygılı olduğu oranda başarılı olabilecektir. Bu ise turizm planlamacılığı ve işletmeciliğinde, ekonomik bakış açısının yanında, doğa bakış açısı diyebileceğimiz, yeni bir bakış açısının varlığını gerekli kılar. Kullanıma açılacak alana bir kendi gözümüzle, bir yöneticinin gözüyle ve bir de bir deniz kaplumbağası, bir kızılçam, bir poyraz, bir deniz, bir kum zambağı, vb. gözüyle bakabilme ve bu bakışı yaşama geçirebilmenin yöntemini bulmalıyız. Olayı kendi ya da kabul edeceğimiz turistin gözüyle görebilmek kolay öğrenebileceğimiz ve aslında bir dereceye kadar bildiğimiz bir konudur. Ancak olaya denizin, ya da deniz kaplumbağasının gözüyle bakabilmek ve görüneni kararlara yansıtabilmek oldukça zor ve zaman alıcı görünmektedir. Zor ve zaman alıcı görünmesi bundan vazgeçmemiz anlamına gelmez. Bunu en kısa sürede başarmak zorundayız.
Çok değil sadece yirmi yıl sonra, bir çınar ağacı ile eşdeğer olmak, olaya bir deniz kaplumbağası gözü ile bakabilmek gibi bugünün yerleşik değerleri ile çoğumuza saçma, inanılması güç gibi gelen düşünce, tıpkı Fred Hoyle’un 1948 yılındaki öngörüsünde yaşandığı gibi, hepimizin doğal kabul ettiği bir olgu haline dönüşecektir. Bundan hiç kuşku yok.
Belli bir coğrafyada insana hizmet sunmak durumunda olan turizm sektörü bu değişimi herkesten önce ve herkesten iyi kavramak durumundadır. Başarı kavrama derecesiyle orantılı olarak artacak ya da düşecektir. Yolumuz açık olsun.