“Dağlar yaşamın ta kendisidir.” Bu söz daha önce birileri tarafından da, hem de binlerce yıl önce söylenmiş olmalıdır. Tüm çeşitlilikleriyle yaşamı bu denli derinden etkileyen bir doğal olay ya da nesne konusunda insanların ilgisiz kalması mümkün değildir. İnsanın yazı öncesi ya da sonrası kültür tarihinin dağa ilişkin konular bakımından inanılmaz zenginliği bu yoğun ilgi ve ilişkinin en belirgin kanıtıdır.
Evet, dağ yaşamın kaynağıdır. Bir futbol topu gibi dümdüz bir dünyada yaşamın ortaya çıkması mümkün olamazdı. İklim de, bitki de, kültür de ve hatta İnsanın kendisi de dağların ürünüdür. Bir başka anlatımla, dağlar olmadan tüm biyolojik ve kültürel çeşitliliğiyle yaşamın filizlenip serpilmesi mümkün olamazdı.
Bilim adamlarının ağırlıklı bir çoğunluğu, insana doğru gidecek evrim serüvenin ilk adımlarının doğu Afrika’da atıldığı konusunda hemfikirdir. Bu adımın temelinde bir dağ oluşumu hareketinin bulunması insan ile dağ arasındaki köklü ilişkiyi gözler önüne sermesi bakımından ilgi çekicidir. Plaka tektoniğinin etkisiyle birbirine yaklaşan Asya-Avrupa ve Afrika kıtaları doğu Afrika’da kuzey- güney yönünde, 6000 metreye varan yüksekliğiyle romanlara konu olmuş Klimanjaro dağını da içine alan, Büyük Rift Vadisi’nin oluşmasına yol açmıştır. Küçük, yavaş ama ısrarlı adımlarla milyonlarca yılda batıdan gelen ve yağış getiren bulutların önüne dikilen bu görkemli dağ silsilesi doğuda önce iklim sonra da bitki örtüsünün önemli ölçüde değişim geçirmesine neden olmuş ve sonuçta kuzenlerimiz olan Australopithecus’lardan Homo smapisens’e uzanacak yolu açmıştır. Bir başka anlatımla, dağın çok yönlü katkısı olmadan insanın ortaya çıkması mümkün olmayabilirdi.
Dağ, heybetli görünümü, üretkenliği ve baş edilemezliğiyle, insanın fiziksel boyutunu olduğu kadar tinsel boyutunu da etkilemiştir. Dağ insanın ürktüğü, saygı duyduğu ve tapındığı ilk doğa öğelerinin başında gelmektedir. Bilinebilen en eskisinden en yenisine, hemen hemen tüm inanışlarda kutsal bir dağ mutlaka vardır.
Yazılı kayıtların bize aktardığı ilk ana tanrıçanın adı “Kubaba” dır, “Dağ Tanrıçası Kubaba”. Kubaba’nın tanrılığı dağın erişilemezliğinden, baş edilemezliğinden, dişiliği dağın üretkenliğinden, cömertliğinden gelmektedir Kubaba’nın. Doğum yerinin, bir dağlar, zirveler tarlası görünümünde olan ve neredeyse insana ilişkin tüm uygarlıklara analık etmiş, yataklık yapmış Anadolu olması, onun tüm işlevlerine uygun düşmektedir. Işık (1999), “Doğa Ana Kubaba, Tanrıçaların Ege’de Buluşması” adlı eserinde destansı bir dille anlatır bize “O” nun, başka adlarla anılsa, başka biçimlerle somutlaştırılsa da özü hep aynı kalan binlerce yıllık serüvenini. Dağlar onun tahtı, onun evidir. Çünkü o dağın kendisidir.
Bu genel saptamalar tüm insanlık serüvenini çok derinden etkilemiş ve onun kültürel yapısını biçimlendirmiştir. Tüm kültürel bileşenleriyle insanlık tarihi bir anlamda dağların da tarihidir.
Daha önce de belirtildiği gibi, dağlar yaşamın ta kendisidir. Yaşamın bağımlı olduğu su, toprak, enerji, bitki, orman, vb. hepsi dağın armağanıdır. Zirvelerini süsleyen ana sütü gibi ak karlarla dağlar, daha doğru bir deyimle dağ zirveleri, suyu tüm yıl kullanılabilir kılarlar. Bize besin, yani enerji sağlayan bitki ve hayvanlar, dağların aşınarak oluşturduğu toprağın, ovaların bir armağanıdır. Dağlar olmasa toprağın, ovanının, toprak ve ova olmasa tüm çeşitleriyle bitkinin, bitki olmasa tüm çeşitleriyle hayvanların, çeşitli bitkiler ve hayvanlar olmasa insanların olması mümkün olamazdı. İnsanın kültür tarihinin neredeyse ilk gününden beri dağlara kutsal bir anlam yüklenmiş olması, dağ ile yaşam arasındaki bu köklü ve zincirleme ilişkiler kaynağından beslenmektedir.
Havaların ısınmaya başladığı ilkbaharda, piramit ya da koniye benzeyen biçimleriyle ana memesini çağrıştıran dağ zirvelerini süsleyen karlar yavaş yavaş eriyerek, aşağıdaki ovalara, tıpkı ana sütü gibi, yaşam veren suyu ya da bereketi aşılayan ırmakları oluştururlar. Hemen hemen her inançta kutsal sayılan bir dağ ya da su yolu temasının bulunması bu bağlantı ile ilgilidir.
Bu ilişkide önemli bir rolü olan güneşin her gün dağların ardından doğup günü getirmesi ve yine dağların ardında kaybolarak gecenin karanlığına neden olması, dağların tanrıların evi, sarayı olduğu inancını pekiştirmiştir. Kommagene kralı I. Antiokhos’un kendisine tanrısal bir hava vermek için Nemrut Dağı’nın (2150 m) zirvesine yaptırdığı anıtsal mezar (tümülus) ve dev tanrı heykelleriyle donatılmış kutsal alanlar, binlerce dağ zirvesi arkasından güneşin doğuşu ve batışının en çarpıcı biçimde gözlenebileceği bir noktaya yerleştirilmişlerdir. Küçük taş parçalarından oluşan anıt mezarın kendisinin de dağ biçimli olması anlamlıdır. Dağların yaşam verdiği kral, bir anlamda dağa geri dönmüştür. Toros dağlarından kaynaklanan Dicle ve Fırat nehirlerinin hayat verdiği Mezopotamya düzlüklerinde inşa edilen ve insanlarla tanrılar arasında ilişki kurulmasını sağladıklarına inanılan zigguratların dağlara benzemesi ya da benzetilmesi bir tesadüf olamaz.
Benzer biçimde, insanın evrim yolunu açan Büyük Rift Vadisini çevreleyen dağlardan kaynaklanan Nil’in hayat verdiği düzlüklerde inşa edilen firavun (dağ anlamına gelir) anıt mezarlarının, bilinen adıyla piramitlerin, dağa benzetilmiş olması da bir tesadüf olamaz. Bunlar dağ-yaşam-insan-kültür arasındaki ilişkinin dışavurumundan başka bir şey değildir. Dünyamızın bilinen en eski uygarlıklarına kucak açmış bu düzlüklerin, düzenli olarak dağların armağanı taşkınlarla yeniden canlandırılması, insanın da yeniden dünyaya gelme inancına analık etmiş olmalıdır. Eski Mısır dilinde “mons” sözcüğünün hem dağ ve hem de dişinin cinsel organı anlamına gelmesi bu bağlantının en açık kanıtlarından biri sayılabilir. Hititlerde birer kral adı olan Tuthaliya, Arnuvanda ve Ammuna, özünde Hatti kökenli dağ adlarıdırlar (Akurgal 1998).
Tarihin en eski manzara resimlerinden biri patlama anında bir yanardağı tasvir etmektedir ve MÖ 6500-5500 yılları arasında, bin yıl süreyle yeryüzünün ilk parlak uygarlığını yaratmış bir coğrafyada, Çatalhöyük’te bir tapınak odasının duvar bezemesi olarak bulunmuştur. Çatlhöyük’te dikkat çekici bir başka özellik de, düşman saldırılarını önlemek düşüncesiyle sokakların olmaması ve birbirine bitişik odalara taşınabilir ahşap merdivenler kullanılarak tavanda güney yönüne bakan kapılardan giriliyor olmasıdır. Kapıların güneye bakar biçimde konumlandırılmış olmasının daha iyi ve bol ışık almayla ilgili olduğundan kuşku yoktur. Ancak, Çatalhöyük’ten güneye bakınca, adını kutsal boğadan alan Toros Dağları’nın görünüyor olmasının da bir anlamının olması gerekir. Dikkat çekici bir başka ilginç nokta da, boğa türbesi olarak adlandırılabilecek, boğa başları ve resimleriyle bezeli özel odalarda, boğa başlarının da Toros Dağları’na bakar biçimde düzenlenmiş olmasıdır. Çatalhöyük, dağ ile boğa’nın, boğa ile inancın özdeşleştiği bir coğrafyadır. Burada Boğa’nın kendisi kutsaldır ve Çatalhöyükte boğa’nın kurban edildiğine dair en ufak bir iz bulunamamıştır.
İlk bitki ve hayvan türlerinin evcilleştirildiği, toprağın ilk kez işlendiği Çatalhöyük düzlükleri de kaynağını Toros Dağlarından alan sular tarafından beslenmektedir. Düzlüklere, ovalara yaşam veren ırmaklar dağların armağanıdır.
Neolitik yerleşmeler için bir başka önemli ürün, yine bir dağ armağanı olan obsidyendir. Neolitik yerleşmeler ve obsidyen yatakları arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır (Aktüre 1994). Aksaray ili sınırları içinde kalan Hasan Dağı’nın armağanı obsidyen yatakları Çatalhöyük’ün gelişimi üzerinde su ve toprağa eş değerde bir rol oynamış olmalıdır.
Dağ, dağı çağrıştıran konik biçimleri ve insan yaşamına sağladığı sayısız yararlarla aynı zamanda ağaçlar yani ormanla da özdeşleştirilmiştir. Anadolu halkının ormana gitmek için “dağa gitme” deyimini kullanması bu özdeşleştirmenin ürünüdür. Başta yaprağını dökmeyen ve bu nedenle ölüme meydan okuduğuna inanılan sedir, göknar, servi, vb. türler olmak üzere, pek çok ağaç türünün dağlar örneği kutsal kabul edilmesi de aynı kültürel kaynaktan beslenmektedir. Kökleriyle yer altı dünyasına, gövdesiyle yeryüzüne ve dal ve yapraklarıyla gökyüzüne uzanan ağacın bu üç farklı dünya arasında birleştirici bir eksen işlevi gördüğüne inanılmıştır. Dağın armağanı olan toprak ve ağaç olmadan, mağaralardan kurtulup insan yapımı evlere geçmek, bir başka anlatımla Çatalhöyük’ü yaratabilmek mümkün olamazdı.
Anadolu daha ana tanrıçalar yurdu olmadan çok önceleri bir dağlar, volkanlar yurdudur. Ana tanrıçanın yaşam bağışlayan memelerine benzer binlerce karlı dağ zirvesinin süslediği bu coğrafya parçasına “Anadolu” adı verilmesinin nedeni her şeyden çok bu dağ zenginliğiyle, bu dağlardan kaynaklanan bereketle ilgili olmalıdır. Dağlar Anadolu’nun ve bizim ilk anamızdır.
Anadolu’yu baştan başa gezmiş ve izlenimlerini “Bir Gezginin gözüyle Anadolu Uygarlıkları, Türkiye’nin Tarihi” adlı kitabında toplamış olan Seton Lloyd (1997) dağlık yapısı bakımından Anadolu’yu, Toros Dağları’nın içe bükülmüş başparmağı temsil ettiği açık bir sol ele benzetmektedir. Bu sol elin avuç içi rolünü Anadolu platosu, doğunun dağlık kitlesini avuç içinin dipteki çıkıntılı kısmı, parmaklar rolünü ise Ege Denizi’ne doğru alçala alçala ulaşan ve hatta Ege Adalarına kadar uzanan dağ silsileleri oynamaktadır. Bir başka anlatımla, üç kıtanın birleşme noktasındaki Anadolu Yarımadası, iskeletini oluşturan dağlarıyla “yüksek korkuluklu bir köprü”ye benzetilmektedir.
Tufan sonrası Nuh Peygamberin gemisinin karayla buluştuğu Ağrı Dağı, Yunan ve Roma mitolojisinin tanrılar mekanı Olimpos, baş tanrı Zeus’un on yıl süren Truva savaşını izlediği Kazdağı (İda), vb. bu ünlü ve kutlu dağlardan sadece birkaç tanesidir. İslam kozmolojisinde Kaf Dağı, tanrıdan başka kimsenin ardında kimin yaşadığı ve neyin bulunduğunu bilmediği, dünyanın çok uzaklarda bulunan uçunu simgeleyen düşsel bir dağdır ve dünyadaki tüm dağların anası olarak kabul edilir. İbrahim Peygamber oğlu İsmail’i Mescid-i Aksa’nın yanındaki Moriah Dağı üstünde kurban etmek istemiş, Musa Peygamber tanrının kendisine gönderdiği “On Emir”i Sina Dağı’nda almıştır. İsa Peygamber Filistin’deki Zeytin Dağı’nda vaftiz edilmiş, şeytanlar tarafından burada denenmiş ve yine bu dağdan gökyüzüne yükselmiştir. Hazret-i Muhammet Müslümanlığın esaslarını açıklayan ünlü hutbesini Arafat Dağı’nda okumuş ve ilk tebliğini nur dağı üzerindeki Hira Mağarası’nda almıştır.
Dağlar için söylenen hemen her şey, dağların döl yatağı olarak kabul edilen mağaralar için de geçerlidir. Antalya’nın Kuzeyinde, Toros Dağlarının güneye bakan eteklerinde bulunan Karain Mağarası, insana ilişkin izlerin yaklaşık 300 bin yıl öncesine dek sürülebildiği insanın ilk evlerinden birini oluşturmuştur. Duvarları başta boğa olmak üzere, çeşitli hayvan resimleriyle bezeli Fransa’daki Lascaux ve İspanya’daki Altamira mağaraları ile İsrail’deki Mount Carmel Mağarası Karain ile aşağı-yukarı aynı dönemi ve aynı kaderi paylaşmışlardır. Mağara ana tanrıçanın evi bir başka anlatımla döl yatağıdır.
Kendi adıyla anılan iklimi, bitki örtüsü, mutfağı ve kültürü olan tek deniz olma özelliğini taşıyan Akdeniz, Braudel (1993) tarafından, ünlü eseri “Akdeniz”de bir denizler bütünü olarak tanımlanmakta ve her şeyden önce dağlar arasındaki bir deniz olarak gösterilmektedir.
Anadolu’nun ortasında bir orak gibi bükülen Kızılırmak’ın suladığı topraklarda MÖ 1750-700 arasındaki dönemde pek çok ilklere imza atmış önemli bir medeniyet yaratmış olan Hititler’in Dağ Tapınağı Yazılıkaya yüzeylerine kazınmış tanrı ve tanrıça figürleri, dağların zirvelerine basar vaziyette gösterilmişlerdir. Baş Tanrı Teşup iki Dağ Tanrısının, Nanni ve Hazzi, ve karşısındaki Ana Tanrıça Hepat dört ayağı dört dağ zirvesine basan leopar ya da aslan sırtında resmedilmiştir. Söz konusu dağ tanrılarının giysilerine bakılırsa önden ve yandan tasvir edilmiş üçgenlerden (yani tepelerden) oluştukları görülür. En büyük erkek ve kadın tanrının yanında biri gündüzü (Serri), diğeri geceyi (Hurri) temsil eden iki boğa görülmektedir. Alacahöyükte bulunan bir kabartmada büyük kral ve eşi bir sunak ve bir boğa önünde saygı duruşu yapar vaziyette gösterilmektedir. Bu durum MÖ 14. yüzyılda boğanın tek başına gök tanrısını temsil ettiğini kanıtlamaktadır (Akurgal 1998). Boğanın geçimini tarımla sağlayan toplumlar için ifade ettiği önem göz önünde bulundurulduğunda, Hititliler için boğanın bir tapınım konusu olmasının nedenleri daha iyi anlaşılabilir. Yirminci yüzyılın ortalarına, yani traktörün yaygınlaşmaya başlamasına kadar, boğa ya da öküzün toplumumuz değerler sistemindeki yerini hatırlamak, Hititlileri anlayabilmemize yardımcı olacaktır.
Bize yaşamı armağan eden dağlar üretici ve bu nedenle de dişidirler. Bir dağ resmi çizmemiz istendiğinde tereddütsüz, ama gizli bir inatla üçgene benzer bir şeyler çizeriz. Üçgen dişinin üreme organını, bir başka anlatımla yeniden yaşama gelmeyi simgeler. Anadolu Medeniyetleri Müzesindeki pek çok ana tanrıça ya da kadın figürlerinde üreme organı üçgen olarak gösterilmiştir. Çatalhöyük evlerinin duvarlarında en çok rastlanan bezeme motifi üçgendir ve doğum anında gösterilen geniş kalçalı ve iri memeli ana tanrıça figürleri ile aynı mekanları paylaşmaktadırlar. Zigguratlar ve piramitler dağ oldukları kadar üçgen yüzeyler toplamıdırlar. Eski mısır hiyerogliflerinde üçgen kadını simgeler ve yukarıda değinildiği gibi, “mons” sözcüğünün hem dağ ve hem de rahim anlamına geliyor olması ile bütünleşir. Aynı üçgenin Yunan alfabesinde (delta) “kutsal kapı” anlamına gelmesi dağın dişi karakteri ile ilgili olmalıdır. Nehirlerin denize ulaştığı noktalarda, dağların katkısıyla vucut bulan ve taşkınlarla sürekli yinelenen verimli ovaların oluşturduğu jeomorfolojik oluşumlara da, Nil Deltası’nda olduğu gibi, delta denmesi bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir başka konudur.
Hitit sanatında boğa en büyük tanrı olan Gök tanrısının simgesi idi. Boğanın böğürmesi gök gürültüsüne benzetilmiştir. Gök tanrısı da gök gürültüsü ve fırtınaların ardından toprağı dölleyen yağmurları getirmektedir. Güneş kurslarının ortasında duran boğa, geyik ve aslan gibi hayvanlar kuşkusuz tanrıları temsil ediyorlardı. Alalcahöyük’te bulunan eserlerden birinde bir çift boğa boynuzu üstünde türü pek belli olmayan bir hayvan heykelciğinin etrafını çeviren çelenkten ışınlar çıkmaktadır ve alemin toptan görünüşü güneşi ya da ayı anımsatmaktadır (Akurgal 1998).
Çatalhöyük’te boğaların kurban edildiğini ima edebilecek hiçbir ize rastlanmamıştır. Bu durum boğanın bizzat kendisinin kutsal kabul edildiği anlamına gelir ve köklü bir kült olan boğa kültünün Çatalhöyük’te oldukça yaygın olduğuna işaret eder. Hititliler ise boğaya tapıyor, etini yiyor ve kanını tanrılara sunuyorlardı. Boğanın kutsal bir hayvan olarak kabul edilmesinin en önemli nedeni onun gücü ve üretkenliği ile ilgili olmalıdır.
Boğa Toros Dağları’nın 4 bin metreye varan karlı zirvelerini süsleyen ormanlarında yaşayan en güçlü ve en vahşi hayvanıydı. Boyları omuz yüksekliğinde 2 metreyi, ağırlıkları 1 tonu aşan ve öne doğru uzanan sivri ucuyla boyu 1 metreyi bulan boynuzlara sahip bu boğalar 17. yüzyıla kadar orta Avrupa ormanlarında boy göstermekteydiler (Attenborough 1987). Toros Dağları’nın bir uzantısı olan Alp Dağlarındaki Lascaux mağarasının duvarlarına çizilenler, bu boğaların görüntüleridir ve bu coğrafyada boğa ile baş edebilecek bir başka hayvan yoktur.
Yaklaşık 25 bin yıl sonra, aynı dağ silsilelerinin doğusunda, denizden yaklaşık 60 km içeride, bu kez Çatalhöyük’te aynı boğaların duvarlara çizilmiş görüntülerine, yukarıda da değinildiği gibi, yeniden tanık oluyoruz. Bu boğa figürlerinin bazıları ana tanrıça figürleri ile birlikte gösterilmiştir. Bu küçük ancak anlamlı ana tanrıça figürleri farklı zamanlar ve farklı mekanlarda Hepat, Kubaba, Kibele, Artemis, Diana, Meryem Ana, vb. dönüşerek varlığını ve gücünü sürdürecektir.
Artemis şenliklerine boğa güreşi ile başlanması bir gelenekti, çünkü tanrıyı temsil eden boğa ile yarışmak ve onu yenmek bir ölümlü için son derece önemli bir olaydı. Zaman içinde tanrı krallar ve kutsal hayvanlar özdeşleşti. Tanrı kralların ortaya çıkması bu geleneğin devamından başka bir şey değildir. Krallar kendilerine “Güçlü Boğa” gibi unvanlar takmaya başladılar ve sanatçılar onları bu halleriyle resmettiler.
Yaklaşık olarak 6500 yıl önce evcilleştirildiği sanılan boğa ya da öküz, Anadolu ve yakın çevresinde güç ve üremenin yanı sıra toprağın sürülmesi ve tarımsal üretim üzerindeki etkin rolü nedeniyle de saygı görmüştür.
İnsan oğlu, neslin idame ettirilebilmesi anlamında, üretkenliğin, gücün ve bereketin sembolü olan dağa yüklediği tüm simgesel işlevleri önce boğaya daha sonra da ağırlıklı olarak ana tanrıçaya devretmiş gibi görünmektedir. Anadolu’nun bir dağlar ve ana tanrıçalar yurdu olmasını sağlayan bu fiziksel ve kültürel koşullardır.
Boğa kültü, Çatalhöyük ve Hitit üzerinden Mısıra, oradan da Girit’e ulaşmıştır.
Hititlerin Dağ Tapınağı yazılıkaya’da tanrıların önemi külah biçimli şapkaların dış kenarlarına yerleştirilmiş boğa boynuzlarıyla belirtilmeye çalışılmıştır. En büyük tanrı Gök Tanrısı Teşup’un şapkasının ön ve arka kenarlarında toplam 12 boğa boynuzu bulunmaktadır.
İnsan oğlunun önceleri gökten düşen meteorlara kutsal bir anlam yüklediği, daha sonraları bu geleneğin güçlü ve kutsal olduğuna inanılan, boğa, geyik, leopar ve aslan gibi hayvanlara kaydığı gözlenmektedir. Hitit inanışının en büyük tanrısı olan gök tanrısının simgesi biri geceyi ve diğeri gündüzü temsil eden iki boğadır. Hititlerin başkenti Hattuşaş’taki Yazılıkaya Tapınağı’nın ana sahnesinde kentin gök tanrısı ayakları iki dağ zirvesine basar biçimde gösterilmiştir. Bunun hemen önündeki sahnede ise, bu kez Hitit ülkesinin gök tanrısı iki dağ tanrısının sırtlarına basar biçimde ve yanında gündüzü simgeleyen bir boğa ile birlikte gösterilmektedir. Karşısında dağ zirveleri üzerinde duran bir leoparın sırtında güneş tanrıçası geceyi temsil eden bir boğa ile birlikte gösterilmektedir.
Dikkat çekici bir ayrıntı, tanrıların giydikleri şapkanın üçgen biçimli ve dış kenarlarının boğa boynuzu ile bezenmiş olmasıdır. Bu boynuzların sayısı tanrının gücünü göstermektedir. Örneğin, Hattuşaş kentinin gök tanrısının şapkasının ön dış kenarında 6 boynuz varken, Hitit ülkesinin gök tanrısının ön ve arka kenarda toplam 12 boynuzu vardır değerlendirilebilir.
MÖ 3000 de tüm Mısır’da kutsal kabul edilip tapınılan en önemli boğa tanrılardan birine Apis. adı verilmiştir. Her şeyi yaratan, hem tanrılar ve hem de insanlar dünyasını kapsayan insan biçimli tanrı, Ptah, yeryüzünde özel bir boğanın, Apis, vücudundan yeniden doğar.
Boğa kültü MÖ 2700-2000 yıllarında Kıbrıs, Sardunya adası ve Malta adalarında da oldukça yaygındı. Bugün bile Malta’da kötülükleri uzak tutmak için, Anadolu’nun pek çok yerinde önümüze çıktığı gibi, ev duvarlarının yüksek noktalarına boğa başları, boynuzları asmaktadırlar.