Geleceğimiz konusunda doğru kararlar vermemiz gerekiyorsa eğer,
Önceliklerimizi, gerçekleri temel alarak belirlemeliyiz, korkularımızı değil!
Bjorn Lomborg
Giriş.
Bu çalışma, adına ister “Küresel İklim Değişimi” (KİD) ister “Küresel Isınma” (KI) densin, yüzyıla yakın bir süredir üzerinde kafa yorulan bu konunun, tarihsel gelişim süreci, gerçekleştirilen toplantılar, alınan kararlar, vb., konuya ilişkin hemen her çalışmada bulunabilecek boyutları üzerinde fazla zaman harcamadan, dünya ve insanın ekolojik bir bakış açısıyla ele alınmasını ve özellikle gelişmekte olan bir ülkenin, Türkiye’nin, değer yargılarına öncelik vererek irdelenebilmesini amaçlamaktadır.
KID konusuna bakış açımızı genişletebilir, endişelerimizi hafifletebilir ve gördüklerimiz, duyduklarımız ve okuduklarımızı daha soğukkanlı değerlendirmemize katkı sağlayabilir düşüncesiyle uzak geçmişe ve yakın geleceğe ilişkin bazı olayları “Giriş Babında” gözden geçirmek yararlı olabilir.
Altının çizilmesi gereken ilk olay, bundan yaklaşık 65 milyon yıl önce 10 km çapındaki bir asteroidin dünyamıza çarpması ve KID de dahil, büyük çaplı değişimlere neden olmasıdır. Dinozorlarla birlikte canlı türlerinin büyük bir bölümünün (%90) küresel ölçekte yok olmasına yol açan bu olay aynı zamanda insanı da içine alan memeliler sınıfının ortaya çıkışına (evrimine) ortam hazırlamıştır.
İkinci olay, insanın bizatihi kendi evrimin bir iklim değişikliği ile tetiklenmiş olmasıdır. Bilindiği gibi, kuzenlerimiz olarak kabul edilen insansımaymunlar, Australopithecus’lardan başlayıp insan, Homo’yla sonuçlanan evrim süreci, bir bölgesel İD olgusunun ürünüdür. Bu olay yaklaşık 12 milyon yıl önce Afrika Kıtası’nın doğusunda kuzeyden güneye doğru uzanan Büyük Yarık Vadisi’nin oluşumuyla ilgilidir. Ünlü Klimanjaro Dağı’nı da içine alan bu oluşum tek düze tropikal ormanların bölünmesine ve doğu ile batının birbirinden farklılaşmasına neden olmuştur. Sonuçta aynı ortak atadan gelen topluluklardan batıda, bir başka anlatımla kayda değer bir değişim geçirmemiş, nemli ve ormanlık alanlarda kalanlar, değişmeden insansımaymun olarak varlıklarını sürdürebilirken, daha kurak ve daha sıcak bir iklime dönüşen doğuda kalanlar ise, orman, çalılık ve savandan oluşan farklı ekolojık ortamlara uyum sağlamak zorunda kalmışlardır. Bu yeni ve farklı yaşama ortamı atalarımızı iki ayak üzerinde dikilmeye zorlayarak günümüz insanı, Homo sapiens’e dek uzanacak yolu açmıştır. Eğri oturup doğruyu dile getirmek gerekirse; İnsanın evrimsel serüveninde, tüm diğer evrim serüvenlerinde olduğu gibi, sorun, ya da bu özelde, iklim değişimi tetikleyici bir rol oynamıştır. Günümüzde hem sınıf ve hem de tür olarak varlığını bir anlamda iklim değişimine borçlu olan insanın bizatihi kendisinin iklim değişimine neden olarak kendi sonunu hazırlama tehdidiyle karşı karşıya olması ilginç ve düşündürücü bir konudur.
Bir başka ilginç nokta, sera gazı salımı ve bilimsel destek anlamında ürkütücü KI senaryolarının büyük bir bölümünden sorumlu olan ve KI’nın olumsuz etkilerinden en fazla etkilenecek ülkelerin başında gelen ABD’nin, çıkarlarına aykırı olduğu gerekçesiyle Kyoto antlaşmasını imzalamamakta inat etmesi bir yana, Kyoto sonrası içinde pek istekli görünüyor olmamasıdır. Oysa aynı ABD’nin Irak’ta çok farklı bir politika sergiliyor olması düşündürücü bir durumdur.
Buna karşın, kişi başına bir Amerikalıdan 12 kez daha az sera gazı salımı gerçekleştiren ülkemizin önde gelen kimi akademisyenleri, sanatçıları ve gazetecileri hükümetlerini Kyoto Protokolü’nü imzalamaya zorlamak için imza kampanyaları düzenlemektedirler. Bu da üzerinde düşünülmesi gereken bir konu gibi görünüyor.
Son nokta, enerji bakımından %99 oranında dışa bağımlı Danimarka’nın 1973 petrol ambargosunun hemen ardından yeni politikalar ve teknolojiler geliştirerek dışa bağımlılığını azaltma ve kendi öz, özellikle de yenilenebilir kaynaklarının kullanımını en üst seviyeye çıkarma kararı almış ve uygulamaya koymuş olmasıdır. Bugün dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı bu küçük ülke dünyanın enerji yoğunluğu (gayrisafi milli hasıla/enerji talebi) en düşük ve enerjisinin önemli bir bölümünü rüzgar, odun, saman, biyogaz, atıklar gibi yenilenebilir kaynaklardan üretebilen ülkesidir. 30 yılda 10 bin vatandaşına iş imkanı yaratan dünya rüzgar tribünü pazarının %45’ini kontrol eden bir ülke durumuna yükselebilmiştir.
Bu küçük noktaların KİD konusunda yazılan, çizilen, söylenen ve gösterilenlerin bir ölçüde de olsa farklı okunmasına yardımcı olabileceğini ummaktayım.
Ekolojik Düşünmek
Genelde çevre sorunları, özelde KİD söz konusu edildiğinde ekoloji, ekolojik denge, ekosistem gibi sözcükler sıklıkla kullanılmaktadır. Akademik tartışmalara girmeden, konunun kavranabilmesi için önemli olan ekolojik düşünmenin ne anlama geldiği konusunda kısa bir açıklama yapma gerekliliği var. Dünya (ekosfer) ve onun bir bileşeni olan insanı ekolojik bir bakış acısıyla ele almak doğa ile insan ayrışımı ya da bileşimi noktasının netleştirilmesini zorunlu kılar. İnsan-merkezli (antroposentrik) yaklaşım ile ekosfer merkezli (ekosentrik) yaklaşımlar arasındaki farkın iyi kavranabilmesi, ekosistemi anlayabilme ve ekosistemi yönetebilme pratiği bakımından kilit öneme sahip bir konudur. Özet olarak, ekosistemin işleyişinin anlaşılabilmesi ekosentrik bir yaklaşımı gerekli kılarken ekosistemi yönetme antroposentrik bir uygulamadır. Ekosistem yönetimi ekosistemin anlaşılabilmesiyle doğrudan ilişkili bir konudur. Ekosistemi ekosentrik bakış açısıyla derinlemesine anlamadan, çoğunlukla yapıldığı gibi, ağırlıklı olarak antroposentrik değerlerle yönetmeye kalkmak beklenenin dışında sonuçlarla da karşılaşabilme riskini yükseltir. Tarım ilaçları kullanımının fayda ve zararları bu anlamda somut bir örnek olarak verilebilir. KİD de dahil, çevre sorunları başlığı altında tartışılan tüm konularda bu anlama/yönetme ikileminin izlerini bulmak olasıdır.
Ekosentrik görüşe göre, ekosistem üzerinde insanın etkisi diğer canlı ya da cansız bileşenlerin etkilerinden farklı değildir. Sistemin tüm canlı bileşenleri nesillerini idame ettirebilmek temel kaydıyla, sistemle etkileşim yoğunluklarıyla orantılı olarak, sistemi etkilemekte ve sistemden etkilenmektedirler. Nesillerini tehdit eden olumsuzluklarla baş edebilmelerini sağlayacak adaptasyonlar geliştirirken, çoğalma ve yayılmalarına izin verebilecek her türlü fırsatı değerlendirirler. İklim değişimine neden olabilecek etkinliklerde bulunan insanın, bunun kendi neslini tehdit edici bir boyuta ulaşmasıyla bu etkinliklerini sorgulamaya başlaması ve önlemler almaya yönelmesi ile suyun kıtlaşması durumunda bitkilerin daha az suyla yaşamlarını sürdürebilmelerine imkan verecek adaptasyon özellikleri geliştirmeleri arasında özde bir farklılık yoktur. İnsan da diğer canlılar gibi çevresini etkiler ve çevresinden etkilenir. Her ne kadar teknoloji olarak tanımlasak da, İnsanın ok ve yayı icat etmesi, aslında onun avlanmada başarıyı artırma ya da yırtıcısından (bir zamanlar insanın kendisi de av idi) korunabilme, bir başka ifadeyle, aç kalma ya da kolayca av olup neslini sürdürememe tehdidini bertaraf edebilme zorunluluğunun beslediği biyolojik bir tavırdır. Evrim, bireyin (insan, hayvan, bitki, vb.) kendi dışındaki sürekli değişen tüm dinamiklerle etkileşimi sonucu ortaya çıkan geçici bir uzlaşma durumudur. Çoğunlukla kirlenme ve bozulmaların nedeni olarak gördüğümüz teknoloji aslında insanın neslini sürdürebilmesinin olmasa olmaz biyolojik boyutu olarak kabul edilmelidir. Ok, kinin, gözlük, MR, atom bombası gibi teknolojiler olmadan insan nesli bu çoklukta bugünlere gelebilir miydi? Teknoloji insanın çevresini olduğu kadar insanın bizatihi kendisini de değiştirmiştir ve değiştirmeye devam etmektedir. Beslenme ve sağlık teknolojisinin gelişmesi ortalama ömrümüz ve boyumuzun uzamasına neden olurken, milyonlarca insana iş imkanı sağlayan motorlu araçlarımız KI’ya neden oluyor. Ancak gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta, sorunu yaratan ve soruna çare arayanın aynı insan ve aynı teknolojinin olmasıdır. İnsanı salt tüketen, bozan, kıran, döken bir canavar olarak görmek oldukça yaygın bir görüştür. Ancak bu insanı tek boyutuyla, antroposentrik olarak değerlendirmenin neden olduğu bir yanılsamadır. Ekosentrik açıdan bakıldığında insanın diğer canlılardan özde pek farklı olmadığı gerçeği anlaşılabilmektedir. Canlılar aleminin %90’nından daha büyük olan insan gelişmiş beş duyusuyla ekosistemin çok geniş bir bölümünden etkilenmekte çok geniş bir bölümünü etkileyebilmektedir.
İnsanın ekosfer ya da ekosistem üzerinde kendinin neden olduğu ve neslini tehdit olasılığı taşıyan olumsuzlukları iyileştirme çalışmaları yanında, bizatihi ekosfer ya da ekosistemin kendisinin neden olduğu ve neslini tehdit edebilecek olumsuzluklara da çözüm arama çabasında olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. KİD sorunsalını anlamaya ve yönetmeye çalışırken insanı ve ekosistemi bu ekolojik bakış açısıyla da anlayabilmeye çalışılmalıdır.
Korku Kültürü
Aslında, aradan geçmiş olan binlerce yıla karşın, sorunların ve algılanış biçimlerinin pek değişmediği apaçık ortada. İnsanlığın gelişim tarihi incelendiğinde, az ya da çok farklı nedenlere dayandırılsa da dünyanın sonunun yaklaşmakta olduğu biçiminde ifade edilen bir tür “korku kültürü” nün hemen tüm uygarlıkları ve dönemleri içine alan kesintisiz bir kültür olduğu görülür. Nuh Tufanından başlayarak, tüm inanç sistemlerinde, efsanelerde, masallarda bu tema sürekli karşımıza çıkar. Muhtemelen duyarlı bir Asurlu çevreci tarafından kile kazınmış aşağıdaki dizeler bu kültürün en azından 4 bin yıllık bir geçmişi olduğunu belgeliyor.
Şu son günlerde dünyamız iyice yozlaştı,
Rüşvet ve yolsuzluk olağan sayılıyor
Çocuklar da artık ana-babalarının sözünü dinlemez oldular,
Her erkek bir kitap yazmak istiyor,
Ve dünyanın sonu gözle görülür biçimde yaklaşıyor
Dünyamız, insan öncesi ya da sonrasında, bu kültürü besleyecek volkan patlamaları, depremler, tufanlar, kuraklıklar, salgın hastalıklar, meteor çarpmaları, soğuk-sıcak dönemler vb. ciddi badireler de atlatmıştır. Genellikle ilahi, toplumsal, yönetsel ya da ekonomik amaçların bir aracı olarak da kullanılabilen bu “korku kültürü” ya da, günümüzün ifade biçimiyle, “felaket senaryoları” kesintisiz bir biçimde yaşamın olağan bir parçası olarak algılanıp, kabul görmüştür. Ne pahasına olursa olsun, ölümün, yok oluşun reddi ve neslin sürdürülmesi, yukarıda da değinildiği gibi, ekosistemin en basitinden en karmaşığına tüm canlılarının en önemli genetik kaydıdır ve “korku kültürü” nün altyapısını oluşturur. Son yıllarda giderek yoğunlaşıp, trajikleşen IPCC iklim senaryolarını bir kez de “korku kültürü” perspektifinden okumak ilginç sonuçlar üretebilir.
Korku, yaygınlaşıp toplumsal ölçeğe ulaştığında, ilgili konu çevresinde çoğunlukla, tartışılamayan ya da tartışılmasına izin verilmeyen bir kutsal (dogma) alan oluşturur. Bu kutsal alan genellikle inanç, politika, ekonomi üzerinde olduğu kadar bilim üzerinde de etkili olduğundan, gücü elinde bulunduranlar tarafından sıklıkla kullanılan çok etkin bir araca dönüşmüştür. Radyo, TV, internet, vb. iletişim teknolojilerin sunduğu son derecede etkin olanaklar sayesinde, günümüzde gücü elinde bulunduranlar, Fransız düşünür Baudrillard’ın altını çizdiği gibi, bilim insanları da dahil olmak üzere toplumun tüm kesimlerini kendi çıkarları doğrultusunda formatlayabilmektedirler. Bir başka ifade ile, toplumun tüm kesimleri gücün istediği yönde düşünmeye, önümüze koyduklarını tüketmeye, izin verdiklerini üretmeye yönlendirilmektedir. Son yıllarda her kanaldan karşı karşıya kaldığımız yoğun KİD, KI bombardımanı bir tür paranoya yaratarak KID’nin sağlıklı bir biçimde tartışılması şansını ortadan kaldıran bir kutsal alan yaratmıştır. Bu küresel formatlama ve onun yarattığı korku kültürü KİD’inin baş sorumlusu olan ve gücü elinde bulunduranların ürettikleri teknoloji ve hizmetleri ederlerinin çok üzerindeki fiyatlar ve sundukları kredilerle gelişmekte olan ülkelere pazarlayabilmelerini kolaylaştırmaktadır. Çevre konusunda yaratılan antidemokratik ve asimetrik duyarlılığın gelişmekte olan ülkeleri çevre teknolojileri çöplüğüne çevirdiğinin ve çevrenin bizatihi kendisinin bir sömürü alanına dönüştüğünün sorgulanamaması da bu küresel formatlama ile yakından ilgilidir. Ülkemizin dış borç yükü içinde kullanamadığımız çevre teknolojilerinin ithali için kullanılan kaynakların payı sanılanın çok üzerindedir. İklim değişimine yol açan CO2 salınımının yaklaşık %25’inden sorumlu olan ABD’nin çıkarlarına aykırı bulduğu için imzalamadığı Kyoto Protokolü’nü, kendi hükümetlerini imzalamaya zorlamak için kampanyalar düzenleyen bilim insanları, sanatçılar ve gazetecilerin de bu kutsal alan ya da küresel formatlanmanın etkisi altında oldukları ileri sürülebilir.
İklim değişimi kadar çevre başlığı altında tanımlanan ve tartışılan tüm konuların romantik konular olmadığı, aksine, kelimenin tam anlamıyla, ekonomik ve politik konular olduğunun anlaşılması ve kabul edilmesi de gelişmekte olan ülkeler için önemli konulardan biridir. Gelişmekte olan ülkelerin çevreye duyarlı insanları, çevre kalitesi ile ekonomik gelişmişlik arasındaki doğrudan ilişki konusunda da uyanık ve duyarlı olmak zorundadırlar. Bir üst yapı öğesi olan çevre bilinci belirli bir gelişmişlik düzeyinin altında bir anlam ifade edemez. Bu kesinlikle çevre ile gelişmişliği birbirinin alternatifi olarak görmek, çevre konularını önemsememek anlamına gelmez ancak, çevre kalitesine yönelik kararların yerel değer ve koşulları dikkate alarak verilmesi gerekliliğinin altını çizer. Batı, kuzey ya da gücü elinde bulunduran her kim ise, kendi öz çıkarlarını korumak, etki alnını genişletmek için her türlü olanağı kullanabilmektedirler.
Gücü elinde bulunduranlar çıkarları gerektirdiğinde, küresel formatlama yöntemini kullanarak küresel yanıltmalara da başvurabilmektedirler. Örneğin, başta Brezilya’daki Amazonlar olmak üzere, yağmur ormanlarının ekosferimizin akciğerleri olduğu ve KI’nın etkisini azalttığı kanısı kamuoyuna yaygın olarak pompalanmaktadır. Bu yolla bu ormanlar üzerinde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşturulmaktadır. Gerçekte bu ormanların ekosferimizin O2/CO2 bilançosu üzerinde önemli bir etkisi söz konusu değildir. Bu ormanlar sıcaklık ve nem koşulları uygun olduğundan, bir yıl içinde fotosentez yoluyla ürettikleri O2 ye eşdeğer miktarda CO2’yi ayrışma yoluyla atmosfere verirler. Sorulması gereken kritik soru şudur; tüm iletişim kanalları kullanılarak oluşturulan bu tür küresel bir yanıltmanın amacı ne olabilir? Birçok amaçtan söz edilebilir. Birincisi gücün formatlama gücünü göstermek olabilir. Bu gücü elinde bulunduranların, basit bir sorgulama ile yanlışlığı anlaşılabilecek bir konuyu nasıl tartışılamaz bir dogmaya dönüştürülebildiklerinin tipik bir örneğidir bu. İkinci soru; gücün çıkarı nedir? Brezilya’nın bu çok önemli doğal kaynağını, güçlü küresel kamuoyu baskısı nedeniyle kullanamamasıdır. Brezilya bu ormanlarını, ABD, İngiltere, Almanya gibi günümüzün gelişmiş ülkelerinin 100-200 sene önce yaptıkları gibi işleterek kereste pazarına sunsa, elde edeceği gelirle dış borçlarını ödese ve yeni yatırımlara girişse ne olur? Adı geçen gelişmiş ülkelerin gelişmelerinde önce kendi ormanlarını daha sonra da gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynaklarını işletmelerin önemli payının olduğu unutulmamalıdır. Benzeri bir kamuoyu baskısı, ülkemizin doğal ormanları için de söz konusudur. Bu noktada, okurların büyük bir bölümün yağmur ormanlarının dış borç ödemek için kesilmesi düşüncesine sıcak bakmayacakları kesindir. Ancak yaygın kamuoyu baskıları nedeniyle yağmur ormanları yönetilemediğinden, çeşitli nedenlerle daralmaya devam etmektedir. Gücü elinde bulunduranların temel derdi bu ormanların korunması (sürdürülmesi) değil, ekonomik ve politik çıkarlarının korunmasıdır (sürdürülmesidir). Bu açıklama size inandırıcı gelmeyebilir. Amaç dogmanın yerine bir başka dogma koymak değil, önümüze sürülenleri sorgulama refleksinin gelişmesidir. Ancak sorgulama yoluyla kendinizi tatmin edecek açıklamaları kendiniz üretebilir, formatlama zincirini kırabilirsiniz. Etrafımız nüfus artışından, ormansızlaşmaya, nükleer enerjiden, KI’ya, deniz kaplumbağalarından, biyolojik çeşitliliğe uzanan pek çok konuda sanal geçeklerle, doğmalarla çevrilmiş durumda. Küreselleşme bir başka açıdan böyle de okunabilir. Yapılması gereken kendi değerlerimiz ve çıkarlarımız ışığında inanmamız için geliştirilmiş ve önümüze koyulmuş sanal gerçekleri tek tek sorgulamaktır, aklın süzgecinden geçirmektir. Bunun kolay bir iş olmadığı kesin. KI konusundaki bombardımanın yoğunluğu bunun en çarpıcı kanıtı.
Ne yapmalı
Yukarıda değinildiği gibi, sorgulama sürecini başlatmak atılması gereken ilk adım. Sorgulanan her konu sorgulanması gereken başka konulara gebedir ve yanıtlar arasında ilişkiler kurulmasıyla üssel olarak gelişir. İklim değişiminden söz ediyoruz ancak değişmeyen ne var? Şu son 30 yılda üretim ve tüketim anlayışımız değişmedi mi? arkadaşlık anlayışımız, kentlerimiz, sorunlarımız, ormanlarımız değişmedi mi? Ekosferimiz canlılarının %90’nından daha büyük olan ve beş gelişmiş duyusu ile ekosferin büyük bir bölümüyle etkileşim içinde olan ve nüfusu 7. milyarı aşan insanın ekosferde bazı değişimlere neden olmaması mümkün mü? 65 milyon yıl önce dinozorların ekosfer üzerinde ne denli etkili oldukları konusunda neler biliyoruz? Bu gibi sorular kendimizi, ekosferi, ilişkileri derinlemesine anlamamıza yardımcı olarak daha uygun yönetim modelleri geliştirmemize yardımcı olacaktır.
Türk Çevre Hareketi’nin yoğun nükleer karşıtı kampanyalar düzenlediği 1996 yılının eylül ya da ekim ayında, Akdeniz Üniversitesi Çevre Sorunları Araştırma ve Uygula Merkezi, o tarihlerde kompakt floresan üreten üç firmaya bir mektup göndererek ortak bir kampanya başlatma önerisinde bulundu. Kampanyanın sloganı “Gelin Bu Yılbaşı Sevdiklerinize Bir Nükleer Santral Armağan Edin” idi ve gerekçesi şöyle açıklanmıştı. Yılbaşında her ailede sadece bir kişiye, bir başka hediye yerine bir kompakt floresan ampul hediye edilmesi durumunda, sadece bir ampul değiştirme süresi içinde, 1 Ocak 1997 günü sabahı, Akkuyu’ya kurulması planlanan nükleer santralin üreteceği enerjiye eş değerde enerji tasarruf edilebilir. Yani santrale gerek kalmaz. Bu öneri ne çevreciler ve ne de üreticiler tarafından kabul gördü. Görmesi de, yukarıda açıklanan nedenlerden çok zordu. Geçen yıl TEMA vakfının 15. Kuruluş Yıldönümü etkinliklerinde bu firmalardan birinin KI’ya karşı çare olarak dağıttığı kompakt floresan masamın üzerinde duruyor. Oysa bu yıllarda Danimarka, yukarıda da değinildiği gibi, enerji bağımlılığını azaltacak, yenilenebilir enerji kaynaklarını devreye sokacak politikaları yaşama geçirmeye başlamıştı. Danimarka bugün enerji konusunda bağımsızlığını sağladığı, Kyoto standartlarını yerine getirdiği gibi ihracat ve istihdam kapasitesini geliştirerek ekonomisine olumlu katkılar da sağlayabilmiştir. Hepsinden önemlisi, dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı bir ülke olabilmeyi başarmıştır.
Politikacılar, bilim insanları, yatırımcılar, tüketiciler, vb. olarak gücümüzü ülkemizi mutlu insanların yaşadığı bir ülkeye dönüştürmek yolunda birleştirmeliyiz. Odunu verimli yakacak bir soba geliştirmeden, zengin linyit kaynaklarınızı nasıl çevre dostu yakıta dönüştürebileceğiniz üzerinde kafa yormadan, tüketim çılgınlığını verimlilik sağduyusuna dönüştürmeden, kısacası kendi beynimizle düşünüp kendi dilimizle konuşmaya başlamadan, yani özgürleşmeden ne ülkesel ve ne de küresel sorunların çözümüne katkı sağlayabiliriz. Einstein’ın dediği gibi, düşünme biçimimizi değiştirdiğimizde politikacı, bilim insanı, yatırımcı, tüketici, vb olarak her birimiz önümüzde inanılmaz zenginlikte fırsatların olduğunu mutlaka fark edeceğiz. İnsanlarını mutlu eden bir Türkiye dünya insanlarına da en azından mutlu olabilme umudu verebilecektir.
Sonuç
Aslında KİD ya da KI bir bahane. Sorun düşünme, anlama ve yönetme biçimimizi değiştirip kendi beynimizle düşünüp kendi dilimizle konuşmaya, yani dogmaları, formatlamaları kırmayla ilgili. Bu başarıldığında KİD de dahil tüm sorunlar daha kolay, daha akılcı ve daha adil çözümlere kavuşturulabilir.
Bu yazıdan KİD, KI, vb. sorunların önemsiz olduğu, yanıltma olduğu gibi sonuçlar çıkarılmamalıdır. Aksine tüm çevre sorunları çok ciddi ve ciddiye alınması gereken konulardır. Vurgulamaya çalışılan, bu sorunların gerçek değerlerinin ancak sorgulamalar sonucunda anlaşılabileceği ve çözüme kavuşturulabileceğidir. Vurgulanması gereken bir başka konu da, yazıdan gelişmiş ülkelere tümüyle karşı olunduğu gibi bir anlam çıkarılmasının kesinlikle düşünülmediğidir. Verilmeye çalışılan gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerle ilişkilerin daha sağlam ve adil bir zeminde gelişmesine yardımcı olabilecek bir öneriden ibarettir.
Türkiye coğrafyası, tarihi, insan ve doğal kaynakları, deneyimleri, enerjisi ve yaratıcılığı dikkate alındığında, mutlu insanların yaşadığı ülke dönüşümünü başarabilme şansına sahiptir.