Giriş Niyetine
Tam da yeri diye düşündüğümden, daha önce bir başka yazımda kullandığım bir bölümü aynen alıyorum.
“Bulaşıcı olmasa da, yaşamsal bir tehdit oluşturmasa da baş ağrısı yaşamın tadını tuzunu kaçıran , ancak bir aspirin tableti alınarak kolaylıkla çözülebilen bir sorunumuzdur. Baş ağrısı illetinin aspirinin ilk üretim yılı olan 1853 tarihinden önce de var olduğundan kuşku yok. Bir başka ifade ile baş ağrısı, daha önceleri bitki kökenli müstahzarlar ya da inanç kökenli muskalarla geçiştirilmeye çalışılmış olsa da aspirinden daha yaşlı olmak zorundadır. Bir çözüm olan aspirin varlık nedenini baş ağrısına borçludur. Başımız sürekli ağrımadığından aspirinle olan ilişkimizi bir “Katolik evliliği” ilişkisine dönüştürmek zorunda kalmıyoruz.
Oysa adına ölçeği geniş tutup ekosfer, daraltıp ev ya da kent desek de barınma mekanı ile ilişkilerimiz nerede ise kesintisiz. Ağaç tepesi ya da kovuğunda başlayan barınma serüvenimiz mağaralar üzerinden günümüzün gökdelenlerine ve kalabalık kentlerine ulaştı. Artık yaşamımızın nerede ise tümüne yakın bir bölümünü, daha da şiddetlenen ve sıklaşan baş ağrılarımız eşliğinde, ofis, sokak, park, okul, hastane, meydan gibi hepsi mimarlar tarafından tasarlanmış yapılardan oluşan kentlerde geçiriyoruz. Bir başka ifade ile, sevinçten strese, mutluluktan öfkeye, huzur ve güvenden endişe ve korkuya yaşam kalitemiz doktorlardan çok mimarlar tarafından belirleniyor. Bu mimara ve mimariye taşınması güç yaşamsal bir sorumluluk yüklüyor gibi görünse de mimar ya da mimarinin mekandan öte yaşamı tasarlama işlevi göz önünde bulundurulduğunda toplumun tümü tarafından paylaşılması gereken ortak bir sorumluluğa dönüşüyor.
Tortulu, Fosil Kültürlü Kentler
Birkaç yıl önce yitirdiğimiz ünlü Fransız sosyolog ve filozof Jean Baudillard Cumhuriyet Gazetesi’nin 16 Mart 2007 tarihli “Kitap” ekinde Serhan Ada’ya verdiği röportajda İstanbul’u New York’un aynadaki yansıması olarak tanımlar. Ona göre İstanbul, pek çok uygarlığın, kültürün dibe çökmesiyle oluşmuş bir tortu kenttir. Boudrillard New York gibi Amerikan kentlerinde yukarı doğru bir dikinelik söz ederken, İstanbul’da derine doğru bir dikinelik görür ve fosil kültürden yayılan bir sızıntı hisseder.
Tortulu, derine doğru dikey, fosil kültür üzerine oturan kent aynı zamanda süper kent midir?
Daha öznel olalım ve soruyu şöyle soralım; Boudrillard’ın Tortulu, fosil kültürlü İstanbul’u süper bir kent olarak kabul edilebilir mi?
İstanbul’u süper kent yapmış ya da yapacak olan 1500 yıl süreyle120 imparator ve sultana başkentlik yapmış olması mı? kent merkezinde Ayasofya ve Süleymaniye gibi özgün kültürel değerleri barındırıyor olması mı? iki kıta üzerinde yer alıyor olması mıdır? Yoksa başka yanıtlar da mı aramak zorundayız?
Kentlerin süperi olamaz ancak süper insanlar süper kentler yaratabilirler.
En geniş anlamıyla mimari mekanı değil yaşamı tasarlar. Odalar, meydanlar, çocuklar, pencereler, bitkiler, kuşlar, rüzgarlar, depremler, taksiler ve şoförleri, okullar, gece, çöpler, gök gürültüsü, enflasyon, cinayetler, med-cezir, yayalar, deniz gibi sonsuz sayıdaki somut ya da soyut bileşen yaşama dolayısıyla mimariye dahildir. Böylesine çok bileşenli bir olguyu tasarlamak, tasarlayabilmek süper insanların (mimar da dahil) işidir.
Süper Antalya
Eğer süper insanlardan bağımsız olarak süper kent kurmak söz konusu ise
Antalya en uygun dünya seçeneklerinden biridir. Çünkü;
- Antalya kenti Alt Paleolitik’ten (350-500 bin yıl) günümüze kesintisiz insan yerleşimine açık kalabilmiş ender kentlerden biridir. Antalya kent merkezine sadece 30 km uzaklıktaki Karain Mağarası dünyanın en eski mağara toplu konutlarından biridir. Mağara 8 farklı bölmesinde Alt Paleolitik’ten erken Bizans dönemine kadar kesintisiz iskan edilmiştir. Bu kesintisiz iskan da zengin su kaynakları, yenebilir sebze, tahıl ve meyve bolluğu, orman zenginliği, av hayvanı çeşitliliği, uygun iklim koşullarının etkisi olmuştur. Bu kaynak zenginliği bugün için de geçerlidir. Kazılar sırasında Üst Paleolitik döneme tarihlenen hayvan kemiğinden yapılmış stilize insan başı heykeli Anadolu’nun (eğer dünyanın değilse) ilk sanat eseri olarak kabul edilmektedir.
- Dünyanın ilk neolitik yerleşimlerinden biri olan ve 9 500 yıl önceki nüfusu 5-8 bin olarak tahmin edilen Çatalhöyük Antalya’ya kuş uçuşu 200 km uzaklıktadır. İnsanı bir peyzaj içinde betimleyen dünyanın bilinen ilk tablosu (sanat eseri) bu yerleşimin duvarlarından birini süslemekteydi.
- Karain Mağarası’nın kuş uçuşu yaklaşık 300 km güney batısında Milet antik kenti bulunmaktadır. Bu kentte dünyanın ilk şehir plancısı olarak kabul edilen Hippodamos (MÖ 5. YY) dünyaya gelmiştir. Cadde ve sokakları birbirini dik açıyla kesen ve “ızgara kent planı” olarak adlandırılan şehir planlama tekniği, ki günümüzde de uygulanmaktadır, bu coğrafyanın ürünüdür.
- Antalya kenti dünyanın en büyük (630 km2) traverten (tufa) platosu üzerinde kulu bulunmaktadır. Kente özgün bir değer katan denize 30-35 m yükseklikte dik uçurumlarla inen yaklaşık 12 km uzunluğundaki yalıyarlar (falezler) bu traverten platonun uzantılarıdır. Antalya dünyanın yalıyarlar üzerine kurulmuş ender kentlerinden biridir.
- Bu yalıyarların her iki ucunda biri 12 diğeri 70-80 km uzunluğunda iki ünlü plaj yer almaktadır.
- Antalya kenti sınırları içinde Aspendos, Perge, Ksantos, Patara, Faselis gibi antik kentler de dahil toplan 234 antik yerleşim yeri bulunmaktadır. Bu yaklaşık her 90 km2 1 antik kent düştüğü anlamına gelir ki dünyada bir başka örneği yoktur.
- Örneğin MS 2. YY Antalya il sınırlarının tahmini nüfusu bugünkü nüfusuyla yaklaşık aynıdır (2 milyon). Bir başka anlatımla Antalya insanlık tarihinin neredeyse ilk günlerinden beri yerleşim alanı olarak sürekli tercih edilen bir coğrafya parçası olmuştur.
- Olimpos Dağı (Tahtalı), Noel Baba, Abdal Musa gibi farklı inançların kutsal mekanlarına olduğu kadar, Aziz Paulus’un Perge antik kentinde Hristiyanlık konusunda ilk tanıtımı yapması gibi ilgi çekici olaylara da sahne olmuştur.
- Üç bin metreyi aşan zirvesiyle muhteşem Toros Dağları ve özellikle Beydağları Antalya’yı bir dağ ve dağcılık kenti yapmaktadır. Gerçek bir su ve çağlayan kenti olan Antalya yürüyerek plaja, yürüyerek, dağa, yürüyerek ormana gidilebilecek, üç mevsim bahar, bir mevsim yaz yaşanan ender kentlerden biridir.
Tüm bu nedenler ve çok daha fazlası Antalya’yı, nüfusu 2 milyonu aşan, yılda 12 milyon dünyalının ziyaret ettiği bir kent yapmıştır. Ancak süper kent yapamamıştır. Gelen ziyaretçilerin çok büyük bir bölümünün kente uğramadan kentten ayrılıyor olması çarpıcı bir kanıt olarak gösterilebilir. Kent sakinlerinin pek çoğunun cadde isimlerinden bihaber oluşu, kent müzesini ziyaret gereği duymamış olması, kural ihlallerinin yaygınlığı, gürültü, gibi gerçekler de bu kanıtı destekler.
Kentleşme geleneğinin anavatanı sayılabilecek Antalya sahip olduğu bu benzersiz değerlerini keyifli ve güvenli bir yaşamın aracı olarak değerlendirememiş, kente monte edememiş ise, bir başka kentimizin gerçekleştirmesi olası değildir. Kentlerle kentliler birlikte evrilirler. Önce biz kentleri yaratırız sonra da kentler bizi yeniden yaratır
Nicel kentleşmeden Nitel Kentleşmeye
Başa dönersek; İstanbul ve Antalya gibi derine doğru dikey, tortusu yoğun, fosil kültür üzerinde oturan kentler de sorunlar yumağı içinde asık suratlarımızla yaşamaya çalışırken yukarı doğru dikey berrak New York, Sidney gibi kentlerde sadece insanlar değil, kuşlar, ağaçlar, rüzgarlar, sokaklar, parklar, dağlar ortak bir keyfi paylaşabiliyorlar. Süper kent bu olsa gerek. Bunlara derine doğru dikinelik, tortusu yoğun, fosil kültürlü olma halinin eklenmesi süper kenti süperin süperi bir kent yapabilir ve dünyamızda, az da olsa, bunun da örnekleri vardır.
Kentler statik yapılar değildir ve insanın evrimine (biyolojik, kültürel) koşut olarak değişir, dönüşür yani evrilirler.
Günümüzde süper kentler yaratabilmenin ön koşulları var. Dikkate alınması gereken küresel gerçeklerden biri, giderek büyüyen ve kalabalıklaşan kentler, doğa ile insan arasındaki bağımlılığı önemli ölçüde zayıflatarak kırsal kökenli insanın kentli insana dönüşmesine, ya da bir başka deyişle, evrimleşmesine neden olmuştur. Günümüz insanı artık doğa ya da kırsala değil kente ve dolayısıyla teknolojiye bağımlı bir türdür ve binlerce yıl önceki akrabaları gibi yabanıl doğa ortamlarında, ormanlarda ya da Yunan-Roma yerleşimi koşullarında yaşamını sürdüremeyecek bir konuma ulaşmıştır. Avcı-toplayıcı toplum düzeninden günümüzün teknolojik kent toplumuna dek uzanan süreç aslında insan ile doğa arasındaki etkileşim ve bağımlılık dönüşümünü net bir biçimde ortaya koymaktadır. Abartılı görünse de teknolojik gelişmenin hızıyla uyumlu olarak kent ve kentlilik beklentilerimizde aynı hızla değişime uğramakta, evrilmektedir. Kentlerden doğal mekanlara, kırsala kısa süreli kaçışlar yaşanmakta olan “geçiş dönemi sendromu” olarak değerlendirilebilir.
Yakın geleceğin kentlileri biryandan iklim değişimi, doğanın kent ve bina içine monte edilmesi, kaynakların verimli kullanımı, geri kazanım gibi ekolojik yaklaşımlara uyum sağlamaya çalışırken diğer yandan da hızla değişen kent ve kentsel yaşam taleplerine uyum sağlamak zorunda kalacaklardır. Bina ve kent tasarımında gelecek öngörüsü giderek daha fazla önem kazanacak gibi görünmektedir. 3-5 gün sonrasının hava durumunu tahmin etmekte zorlanıyor olmak 50 hatta 30 yıl sonrasının kentlerini öngörebilmede de zorlanacağımıza işaret eder.
Süper Kentleri Süper İnsanlar Yaratabilir
Yerel ölçekte ele alınması gereken ikinci önemli konu, ülkemiz ve benzeri ülkelerin nicel kentleşme aşamasından nitel kentleşme aşamasına geçiş sürecinde olduklarının kavranabilmesidir. Nicel kentleşme ne pahasına olursa olsun “baş sokacak bir barınak” talebini ifade eder ve kentleşmenin ilk aşamasını temsil eder. Buna karşılık nitel kentleşme, deyim yerindeyse, “süper kent” i, keyifli yaşanacak kentleri ifade eder ve kentleşmenin gelişme aşamasını temsil eder. Yoksa “süper kent” i kentleşmenin “gelecek” aşaması olarak tanımlamak daha mı doğru olurdu?
Son yıllarda yaygın olarak kullanmakta olduğumuz “kentsel dönüşüm” kavramı aslında nitel kentleşme aşamasına geçilmiş olduğunun somut bir işaretidir. Bu noktada en geniş anlamıyla mimarinin ya da mimarlık alanının bütünüyle (kültürel, ekolojik) yaşamı tasarlamak olduğunun sadece mimarlar değil tüm toplum bileşenleri tarafından derinlemesine özümsenmesi zorunluluğu vardır.
Boudrillard’ın sözünü ettiği dikey derinliği olan, tortulu kentler ve kentliler ancak bu ortak özümsemenin yansımaları olarak gerçekleştirilebilirler. “Süper kent” denilen şey mimarın dayattığı değil mimar ile birey yada toplumun bir birini etkileyerek uzlaştığı bir tasarım olmalı. Süper kent olamaz süper insanlar (mimar, kabzımal, öğretim üyesi, iş adamı, emekli, vb.) süper kentler yaratırlar dememiz bundandır
Antalya için yukarıda sayılan değerlere karşın Antalya keyifle, güven içinde yaşanacak bir kent değilse eğer, bu değerler bir anlam ifade edememiş demektir. Hem mimarlar için ve hem de Antalyalılar için.