Bir önceki yazımızda Antalyamızın değerlerini listelemeye çalışmıştık. Bu yazıda Antlaya’nın ülkemizin Bursdan sonra ikinci ipek merkezi olması nedeniyle ipek yolu ve ipek konusuna biraz ayrıntılı olarak değineceğiz.
Yol, ne başı ne de sonu belli, uzayıp giden bir hat değildir. Rivayet edildiği gibi her yol bir sonu ifade eden “Roma”ya çıkmaz, bir sonsuzluğu ifade eden “Roma”lara ulaşmaya çalışır. Herkesin “Roma”sı başka, herkesin “Roma”sı kendine göredir. Yol ucu bucağı olmayan bir coğrafyadır, ayağın bastığı, basabildiği her yerdir. Yol yeryüzüdür. Ayağımızla basamadığımız gökyüzü de yola dahildir, okyanuslar da. Yol insanları olduğu kadar tüm doğası ve kültürüyle coğrafyayı da taşır. İnsan coğrafyanın ürünüyse, ki öyledir, insan yolun ta kendisidir. İnsanın yolculuğu buradan gelir.
Yolların geçmek, coğrafyaların düğümlenmek zorunda kaldığı “Anadolu Yarımadası” ister istemez insanların, kültürlerin, coğrafyaların tüm yönlere dağıldığı küresel bir “Gar”a, bir “insanlık müzesi”ne, dönüşmek zorundaydı. Farkına varılamamış olması gerçeğin üstünü örtemez. Anadolu’nun ve dolayısıyla Antalya’nın” İpek Yolu”, ya da daha doğru bir ifadeyle “İpek Yolu”nun Anadolu ya da Antalya ile buluşup tanışması bir kader değil bir zorunluluktu. Adına turizm desek de, bugün ülkemizi ve de Antalya’mızı ziyaret eden milyonlarca insan aslında bu kadim “uzun ince” yolun yeni yolcularıdır.
MS 2. YY’da Çin’in Xi’an kentinden başlayan kervan yolu dönemin iki güçlü kültürü, Roma ve Çin arasında malların olduğu kadar düşüncelerin, duyguların da aktarıldığı önemli bir eksen oluşturmuştur. Adı bir Alman Coğrafyacı, Ferdinadt von Richthofen, tarafından koyulan ipek yolu (Seidenstrasse) dünyanın en kurak ve büyük çöllerinden biri olan Taklamakan çölünün güney ya da kuzeyinden geçerek Ortadoğu ve Anadolu üzerinden Avrupa’ya ulaşır. Anadolu bu uzun (7000 km) ince yolun yaklaşık tam ortasında bulunur ve önemli bir köprü işlevi görür. İpek yolu Anadolu’yu boydan boya geçip Trakya üzerinden karayoluyla Avrupa’ya ulaştığı gibi, Karadeniz’de Trabzon ve Sinop, Ege’de Efes ve Milet, Akdeniz’de Antalya ve Antakya limanları üzerinden deniz yoluyla da bağlantı kurar.
İpek yolu tek bir yol ya da tek bir rotadan oluşmaz. Uğrağı yerlere zenginlik ve bilgelik armağan eden geniş bir coğrafyaya yayılmış yüzlerce yol ve rotadan oluşan bir yollar ağdır ipek yolu. Xi’an ile Antakya, Antalya arasının yaklaşık bir yılda kat edilebildiği bu yollarda güvenliğin sağlanması en büyük sorundu. Bu nedenle kervanlar çok sayıda, her biri 150-200 kg yük taşıyabilen 100-150 deve ve aralarında tüccarlara ek olarak askerler ve gezginlerin de bulunduğu 100-500 kişilik gruplardan oluşuyordu. Farklı ve çok sayıda rota olmasının bir başka nedeni baş belası soyguncuları şaşırtarak güvenliği artırmak da olabilir. Yol boyunca yaklaşık her 30. ya da 40. Km’de insanlar ve hayvanların güvenle dinlenebileceği ihtiyaçlarını giderebileceği, kale gibi konaklama mekanları (kervan saraylar, hanlar) inşa edilmiş ya da ticaret merkezleri ile donatılmıştır. Bu haliyle ipek yolu kervansaraylar ve ticaret kentlerinden oluşan uzun bir tespihe benzetilebilir.
Tıpkı Anadolu Yörüklerinde olduğu gibi ipek yolunda da en önemli yük yaklaşık 4000 yıl önce evcilleştirilmiş olan develerin sırtında taşınır. Askerler ve seyyahlar yaklaşık 5000 yıl önce evcilleştirilen atları kullanmılardır.
Aslında Anadolu İpek yolundan çok daha önce, MÖ 5. binyılda Afganistan’ın kalayını batıya taşıyan “Kalay Yolu”, MÖ 2. binyılda Mezopotamya’yı Anadolu’ya bağlayan “Asur Ticaret Yolu”, MÖ 5. yüzyılda Pers İmparatorluğunun Başkenti Persepolis’i Lidya Krallığı’nın Başkenti Sardis’e bağlayan “İmparator Yolu” gibi yolarla tanışmış, doğu-batı arasındaki “vazgeçilemez köprü” işlevini kanıtlamıştır. Anadolulu ünlü tarihçi Heredot, yazılarında dünyada başka hiçbir şeyin ne kar, ne yağmur, ne sıcak ve nede gece karanlığının engelleyemediği Pers kuryelerden daha hızlı yol alamayacağından söz etmiştir. Belki de Heredot’un bu saptamasından yola çıkılarak Persli kuryelerin yaklaşık 2700 km uzunluğundaki “İmparatorluk Yolu”nu sadece 7 günde kat ettikleri (16 km/saat) gibi inanılması güç ancak yaygın bir rivayet kayıtlara geçmiştir.
Selçuklular tarafından onarılıp geliştirilen ve kontrol altında tutulan bu yolların tamamı “İpek Yolu”nu arşınlayan kervanlar tarafından da yoğun biçimde kullanılmış ve Bizans İmparatorluğunun ekonomisini önemli ölçüde zaafa uğratmıştır. Bu durum Anadolu ile batı arasında “Haçlılar Yolu” ve/ya da “Haç Yolu” gibi yeni yolların devreye sokulmasına yol açmıştır.
Üç yanı denizlerle çevrili bir yarımada olan Anadolu doğu ile batı arasında kara yolu ulaşımında olduğu kadar özellikle Akdeniz kıyılarındaki liman kentleri aracılığıyla deniz ulaşımında da önemli işlevler yerine getirmiştir. Anadolu’nun Antakya, Alanya, Antalya gibi Akdeniz kıyısındaki limanları bu yoğun karayolu ağının uzantıları, parçalarıdır. Mezopotamya’nın “Verimli Hilal” olarak adlandırılan topraklarında üretilen yaşamsal tahıllarının ve ipek ve baharat başta olmak üzere doğunun değerli mallarının deniz yoluyla batıya, Avrupa’ya taşınması Akdeniz’in bir korsanlar denizine dönüşmesine de yol açmıştır.
Çin, Roma, Bizans gibi imparatorluklarda ipek ve ipekten üretilmiş giysilere özel bir önem ve anlam yüklenmiş, giyilen ipek giysilerin rengi sosyal ve hiyerarşik konumun işareti olarak değerlendirilmiştir. Çin'de ipek giysi imtiyazı sadece imparatorluk ailesi mensuplarına ve çok üst düzey devlet görevlilerine tanınmıştır. Bizans İmparatorluğu, ipek böceğini çaldığı Çin’den bu geleneği de kopya etmiş ve Sur (Tyre) Moru ipek giysilere sahip olabilmeyi en üst sosyal sınıfı temsil edenlere tanımıştır. Bu geleneği Osmalı da izlemiştir.
Pahalı ve prestijli bir meta olarak kabul edilen ipek Çin’de memurların maaşlarını ödemek amacıyla para yerine de kullanıldığı gibi ipek kumaşın uzunluğu para birimi işlevi de görmüştür. Çin askeriye bordrolarından ham ipek demetlerinin asker maaşı olarak kullanıldığı ve askerlerin bu demetleri (paraları) Çin Seddi kapıları önüne gelen göçebelerden at ve kürk ticaretinde kullanmış oldukları anlaşılmıştır.
Bazı imparatorluklar ve kişiler için ipeğin kendisi kadar ne ile hangi renge boyandığı da son derece önemliydi. Doğu Akdeniz’de bugünkü Lübnan sınırları içindeki Sur (Tyre) antik kenti ipek yolunun önemli liman kentlerinden biri olmanın yanında, Sur moru ya da Sur firfiri olarak adlandırılan bir boyanın üretildiği yer olarak ün kazanmıştır. Tyrian moru, imparatorluk moru ya da kraliyet (royal) moru adlarıyla da bilinen bu pahalı boya mureks türü bir deniz salyangozundan, Hexaplex (Murex) trunculus, elde edilmektedir. Solmadığı gibi güneş ışığında gittikçe parlaklaşan bu boyadan 1,4 g üretebilmek için 12 000 salyangozun kullanılması gerekiyordu. Sur morunun Finikeliler tarafından ilk kullanım tarihinin MÖ 1570 dek uzandığı biliniyor.
Antalya’nın Kekova Adası ile Kaş arasında ulaşımı güç bir nokta bulunan Aperlae antik kenti Anadolu’nun belki de tek Sur moru (niye Aperlae ya da Kaş Moru olmasın!) üretilen kentidir. Üzerinde bulunduğu fay hattı hareketleri sonucu tipik Likya lahitleri de dahil kent kalıntılarının bir bölümünün su altında kaldığı Aperlae’de bu üretimin izlerine rastlamak mümkün. Gerçekleştirilecek kazılar bu konuda çok daha fazlasını gün ışığına çıkaracağından kuşku yok. Kendisi bir batık kent olan Aperlae aynı zamanda Uluburun Batığı ile kapı komşusudur. Bunların üzerine Antalya’nın Anadolu’nun önemli (Bursa’dan sonra ikinci) ipek merkezlerinden biri olduğunu koyun. Turist sayısını hangi ay kaç milyona ulaşacağı gibi ciddi konularla uğraşan turizm sektörü için bunlar küçük teferruatlar olmalı ki değerlendirme dışı kalmıştır.
İpeğin ve ipekböcekçiliğinin Anadolu’yla tanışması Bizans İmparatorluğu dönemine rastlar. Marmara bölgesinde başlayan bu tanışma daha sonraları Akdeniz kıyıları ve Diyarbakır’a kadar genişlemiş Osmanlıların başkent yapmalarıyla birlikte (1326) Bursa ve yakın çevresi ipek ve ipekböcekçiliğinde merkezi bir önem kazanmıştır. Gilan, Esterabad ve Sari gibi dönemin ünlü ipeklerini Tebriz üzerinden Anadolu’ya ulaştıran ipek yolu bir hattıyla Alanya ve Antalya’ya diğer hattıyla da Erzurum üzerinden Bursa’ya ulaşmaktaydı. Anadolu’da 14. Yüzyılda başlayan ve 15. Yüzyılda gelişme gösteren ipek ticareti, 16. Yüzyılda yılda yaklaşık 340 ton ipeğin satıldığı ve 7,5 milyon akçe gelirin elde edildiği bir büyüklüğü yakalamış, doğudan gelen ipeğin tartıldığı, depolandığı, vergilendirildiği, Ceneviz, Venedik, Floransa, Lyon, İran gibi kent ve ülkelerden gelen tüccarların buluştuğu dünya ipek ipliği ticaret merkezi konumuna yükselmiştir. Bursa yılda 4 milyon koza ve 85 fabrikada 400 tondan fazla ipek üreterek bu etkinliklerin başkenti olmuştur.
1856 yılında Fransa’da ortaya çıkan Pebrin hastalığının Osmanlı ipekböcekçiliğini de etkisi altına almış, buna Süveyş kanalının açılmasıyla ucuz Çin ve Japon ipeklerinin Avrupa piyasalarına ulaşmaya başlamasının da eklenmesiyle Osmanlı ve tabiidir ki Bursa ipek ticareti ve ipekböcekçiliği gerilemeye başlamıştır. İpekçilik bitme aşamasında gelmiş iken, 20 Aralık 1881’de “Muharrem Kararnamesi” nin yayımlanmasıyla Hüdavendigar (Bursa, Çanakkale, Afyon, Kütahya, Balıkesir, Sakarya ve Bilecik gibi 7 şehri içine alan Osmanlı vilayeti) Vilayetinin aşar geliri Duyun-u Umumiye’ye bırakılmıştır. Bunun üzerine, bu kurumun ipek gelirlerinin artırılması, ipekböcekçiliğinin ıslahı ve ipekböceklerine musallat olan hastalıklarla mücadele edilmesinin gündeme getirmesiyle birlikte Anadolu ipekböcekçiliğinde yeni bir aşamaya geçilmiştir.
Bursa'daki Alman Konsolosu ve Düyun’u Umumiye temsilcisi Herman Schullerin, ipekböcekçiliğinin ıslah edilmesi gerektiği hakkındaki raporu etkili olmuş, Duyun-u Umumiye yetkilileri bu işle bir Osmanlı Ermenisi olan Kevork Torkomyan'nın görevlendirilmesine karar vermişlerdir. Kısa sürede hazırlıklarını tamamlayan Kevork Torkomyan 1888 yılında Bursa’da, resmi adı "Harir Darü't-Talimi" ya da “Enstitut Sericicole” olan ancak halk arasında Tohum Mektebi olarak bilinen ipekböcekçiliği Enstitüsünün kurulmasına öncülük etmiştir. Kevork Torkomyan 1922 yılına kadar yaklaşık 35 yıl bu enstitünün müdürü ve öğretmeni olarak hizmet etmiştir. Yurdun her yerinden olduğu kadar Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Romanya, başta Halep, Şam, Beyrut olmak üzere Orta Doğu ve Arap Ülkelerinden de öğrencileri olan enstitü, 95’i kadın 2023 öğrenci, Kevork’un deyimiyle “diplomalı böcekçi” mezun etmiş ve toplam 18 milyon kg ipek üretmiştir. 1890-1910 yılları arasında Osmanlı Hükümeti Duyun-u Umumiye idaresinin de zorlamasıyla başta Bursa olmak üzere imparatorluğun uygun illerinde koza üreticilerine 60 milyon dut fidanını bedava olarak dağıtmıştır. 1926 yılında Duyun-u Umumiye İdaresinin kaldırılmasından sonra Kevork Torkomyan’ın kurmuş olduğu okul “İpekböcekçiliği Mektebi” adıyla çalışmalarına başlamış ve buna Edirne, Diyarbakır, Antalya, ve Denizli İpekböcekçiliği Mektepleri ile Hatay, Amasya, ve Rize koordinatörlüklerinin eklenmesiyle çalışma alanı genişletilmiştir. 1928 yılında açılan Antalya ile 1938 yılında açılan Alanya İpekböcekçilik Mektepleri bu hareketin uzantılarıdır.
Kevork Torkomyan, 1880 yılında ziraat eğitimi yapmak üzer Fransa’ya gönderilecek öğrenciler için açılan sınavda 2. olmuş Mont-Pellier Ziraat Enstitüsünden mezun olarak 1883 yılında İstanbul’a dönmüş Ermeni asıllı bir Türk vatandaşıdır. Duyun’u Umumiye idaresi Kevork Torkomyan’nın İstanbul’a döndüğü yıl Paris’te yaşamakta olan Luis Pastör’e (kuduz aşısı ve pastörizasyonun mucidi) bir mektup yazarak ipek böceklerini kıran bu hastalığa bir çare bulması için İstanbul’a davet etmiş ancak işlerinin yoğunluğunu ileri süren Pasteur bu daveti reddederek Mont-Pellier Ziraat Enstitüsü müdürünü önermiştir. Davet edilen Enstitü müdürü, kendisinin gelmesine gerek olmadığını, enstitüden birincilikle mezun olan öğrencisi Kevork Torkomyan’nın bu işin üstesinden başarıyla gelebileceğini yetkililere bildirmiştir. Bu tavsiye üzerine Kevork Torkomyan Hair Daü’t Talimi’nin kurucu müdürlüğüne atanmıştır.
Uluburun batığının da gösterdiği gibi Antalya ipek yolu ortaya çıkmadan çok önceleri ticaretle tanışmış bir kentti. Bu aynı zamanda Antalya’da deniz yolu ticaretinin karayolu ticaretinden daha önce başlamış olabileceğine de işaret eder. Tarihi kayıt ve belgeler doğu-batı arasında ticaretin yoğunlaşmaya başladığı Roma ve Bizans dönemlerinde Antalya’nın, Side, Faselis ve Alanya limanlarıyla ile birlikte Akdeniz havzasının hem kara ve hem de deniz yolu bağlamında önemli bir ticaret merkezi olduğunu ortaya koymaktadır. Doğuya doğru giden Büyük İskender de, Haçlılar da Batıya doğru giden Persler de, kalay, ipek, baharat ve tahıl yüklü kervanlar da, gemiler de Anadolu’dan geçmek, Anadolu’ya uğramak zorunda kalmışlardır. Antalya ve Alanya çevresinde tespih taneleri dizilmiş kervan saraylar kara ticaret yollarının kanıtları ise, Akdeniz kıyılarında tıpkı kervansaraylar gibi belirli aralıklarla dizilmiş liman kentleri ve Akdeniz’in turkuvaz renkli sularının yuttuğu batıklar da bu ticaretin deniz yoluyla gerçekleştirildiği rotanın kanıtlarıdır.
Anadolu Selçukluları, ulaşımı kolaylaştırmak, yol güvenliğini sağlamak, ticareti yaygınlaştırmak ve ekonomik yaşamı güçlendirmek için kendilerine özgü mimari karaktere sahip, gösterişli ve sağlam kervansaraylar yapmışlardır. Bu yapılar, aynı zamanda Selçukluların taş işçiliğindeki hüner ve inceliğini de yansıtır. Han veya sultan han denilen bu kervansarayların başlıca işlevi, tüccarların, malların ve yolcuların konaklama ve temel gereksinimlerini karşılamaktır. Zamanın ve yörenin koşullarına uygun olarak bir günlük deve kervanı yürüyüş mesafesi olan 30-40 km aralıklarla inşa edilen kervansaraylar Anadolu’da Erzurum Antalya Ekseni ile Türkistan, Sinop Diyarbakır ekseni ile Irak üzerinden doğu yol güzergahlarına bağlanmaktaydı.
Sadece Anadolu Selçukluları döneminde değil, Beylikler ve Osmanlı dönemleri boyunca da Anadolu’da İpek Yolu üzerinde anıtsal konaklama yapıları, kervansaraylar inşa edilmiştir. Çeşitli kaynaklarda sayılarının 2 yüzün üzerinde olduğu ileri sürülen Selçuklu kervansarayları konusunda yaptığı çalışmasında Prof. Dr. Mustafa Kemal Özergin Anadolu’da 130 kervansaray tanımlamaktadır. Bunlardan 17 tanesi Antalya ve yakın çevresinde bulunmaktadır ve bölgenin ticaret ve özellikle ipek yolu ticareti bakımından taşıdığı önemi ortaya koymaktadır.
Kervansarayların bilinen ilk örnekleri 1206 yılına tarihlenmekte, son kervansarayların da 1770’li yılların sonuna doğru inşa edilmiş oldukları bilinmektedir. Selçuklu kervansaraylarının bir kısmı, önemli yol güzergâhlarındaki değişiklik sebebiyle Osmanlı devrinde işlevini yitirmiş ve dergâha dönüştürülmüş olsa da Osmanlılar, özellikle İstanbul-Suriye güzergâhında pek çok kervansaray inşa ettirmiştir. Camilerden sonra ikinci sırayı alan Kervansarayların inşasında 1220-1250 yılları arasında bir patlama yaşanmış olduğu gözlenmektedir.
Ticaret, yol ve yolculuk (turizm de denilebilir) kültürümüzü bugüne taşıyan bu yapıların bazıları dimdik ayakta olsa da, büyük çoğunluğu maalesef birer harabe durumundadır. Her mimari eseri, hatta işlenmiş her taşı temsil ettiği tüm ilişkiler ile birlikte kültürel kimliğimizin bir parçası olduğu bilinciyle yaşatmak, geçmişi ve geleceğiyle yaşamımıza dahil etmek gerekir.
Bu bağlamda, İpek Yolu güzergahları üzerinde hala ayakta duran konaklama yapılarının onarılarak ve yeniden işlevlendirilerek yaşatılması; ticaret yolları üzerindeki yüzlerce yıllık kültürel alışverişin izlerinin somut olmayan kültürel miras kapsamında canlı tutulması; çeşitli güzergahların tüm çevreleriyle kültür turizmi kapsamına alınarak, yerel halk öncülüğünde dünyaya açılması; yol güzergahlarındaki mimarlık yapıları odağında Selçuklular, Beylikler ve Osmanlıların Anadolu kültürüne yaptıkları aydınlık ve yaratıcı katkıların bütünsel bir yaklaşımla anlamlandırılması olmak üzere dört boyutta çalışmalara başlanmış olması umut verici bir gelişmedir. Bu çabaların, “Anadolu Kervansaray Yolu” adı altında başta UNESCO ve Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğü, valilikler, belediyeler, uluslararası kuruluşlar, TÜRSAB, ÇEKÜL ve benzeri sivil toplum kuruluşları ve yerel halkın da içinde bulunduğu çok katılımlı bir stratejik planlamayla taçlandırılmış olması umudu sabırsızlığa dönüştürüyor. Umarız bu çalışmalar hedeflendiği gibi salt mimari yapıların restorasyonu ile sınırlı kalmaz ipek ve kervan yollarının tüm bileşenleriyle yaşatılmasını ve yaşanmasını sağlaya bilir. Anadolu’nun kadim ticaret ve mektepli ipekçilik merkezleri olan Antalya ve Alanya’da bu kadim kültürü canlandırmak konusundaki isteğin dışavurumu ne yazık ki umudu hayal kırıklığına dönüştürüyor.
Sözü “İpek” ile bağlayalım;
İpek bir ”lif”tir. Güzel görünüşlü, yumuşak, parlak, dayanıklı, iyi boya tutan, hem bitkisel ve hem de hayvansal kaynaklı, yaklaşık 4 bin yıllık geçmişi olan, “liflerin kraliçesi” olarak bilinen bir lif.
İpek bir “kurt”tur. 1 kg iplik üretebilmek için her birinin 30-35 günde 500 gr dut yaprağı yiyerek 5500 tanesinin birlikte çalışmak zorunda olduğu ve kendisini 900-1500 m uzunluğundaki lifiyle ördüğü koza içine hapseden bir kurt.
İpek bir “dokuma”dır. Altından değerli, taşıyana asalet veren, imparatorların, kralların, sultanların tercih ettiği bir kumaş.
İpek bir “dut ağacı”dır. İpek böceklerinin tek ve vaz geçilemez gıda kaynağı olan bir ağaç.
İpek bir “gizem”dir. Dut yaprağının ipliğe, tırtılın kelebeğe dönüştüğü, 1 kilosunu üretmek için 5500 kurtçuğun çalıştığı ve her birinin kendi hapishanesini dokuduğu bir gizem.
İpek “Prestij”dir. Giyene ya da giymesine izin verilene onur verip mevki kazandıran
İpek bir “fiberoptik internet ağı”dır. Sadece malların değil, inançların, söylencelerin, düşlerin, düşmanlık ve dostlukların da her iki yöne taşındığı bir ağ.
İpek bir “yol”dur. Doğuyu batıya, Asya’yı Avrupa’ya, Çin’i Roma’ya, Hıristiyan’ı Budist’e, Müslüman’ı Mecuzi’ye, , bağlayan, tarihe ve kültüre kazınmış, Aşık Veysel’imizin deyimiyle “uzun ince” bir yol.
İpek Turizmdir. Yaratıcı turizmcilerin elinde bitmek tükenmek bilmeyen bir kaynaktır ipek.
İpek; yoluyla, gizemiyle, dokumasıyla, boyasıyla, verdiğiyle, aldığıyla ve hepsinden önemlisi etkileriyle kökü derinlerde zengin bir kültür öğesi, meraklısına ilginç bir turistik üründür.