Aman tanrım, ne kadar karanlık bir yol bu. Attığım adımı, bastığım yeri göremiyorum. Yerde engel varmışçasına, ayaklarımı iyice yukarı kaldırıp yüksekten atılan adımlarla ilerliyorum. Ellerim o karanlıkta tutunacak bir yerler arıyor. Düşmemek, sendelememek için boşluğa uzanıyorum. Korkuyorum, ikinci bir adımda yuvarlanmaktan, yaralanmaktan ürküyorum. Bir ışık, sadece küçücük bir ışık, yolumu aydınlatacak, güven verecek, adımlarımı sağlam atmama neden olacak küçücük bir ışık.
Gözlerimi kapatıyorum sımsıkı. Karanlıktan karanlığa kaçış. Kendi karanlığıma kaçış. Oyun başlıyor.
Bir ses, ürkek, cılız ama sıcacık. Ensemde hissettiğim bir nefes aynı zamanda. Ürperiyorum, kendimden korkarcasına arkama dönüyorum yavaşça. Karanlıkta parlayan bir çift göz, tanıdık adeta. Dikkatle bakıyorum, bir yerlerde gördüm, nerede? Çıkartamıyorum ilk etapta. Dikkatlice bakmak için gözlerimi kırpıyorum. AA o ne? Bu gözler benim gözlerim. Her sabah aynaya bakan gözler bu gözler. Tanımamak ne mümkün? Ya o nefes? Evet, evet, bu nefes benim. Her gün sıcaklığını hissettiğim, zaman zaman alıp vermekte zorlandığım nefes bu.
Şaşkınım. Karşımda gözlerim, ensemde nefesim. Anlamı olmalı bu karanlığın bana oynadığı oyunun. Çözüyorum galiba. Bir fırsat bana sunulan.
Kendi bedeninizden çıktığınızı hayal edin. Kendi yaşamınızı izlediğinizi. Kendi gözlerinizle kişiliğinizi gözlemlediğinizi. Nefesinizi ensenizde hissettiğinizi. Kendinizi nasıl görmek istediğinizi ve de kendinizi nasıl yaşamayı düşlediğinizi .
Yaşadıklarınızı ve yaşattıklarınızı hiç değerlendirdiniz mi? Yatağınıza uzandığınızda “kendim için, kimler için kaç adım attım, nasıl attım, nereye attım” diye sordunuz mu hiç? Sorularınıza yanıt ararken çıkmaz sokaklara girdiniz mi hiç? Yolunuzu kaybettiğinizi düşündüğünüz anda, korkularınızı yenmek için, çıkar yolu bulmak için insan aradınız mı hiç?
Çaresizliğin ne demek olduğunu yaşadınız mı? “Evet” dediğinizi duyuyorum. Çok olaylar karşısında çaresiz kaldığımı, ürktüğümü, insan aradığımı biliyorum. Ancak geçen gün hastanede karşılaştığım bir durum bugüne kadar yaşadığım, olumsuz diye adlandırdığım, beni üzdüğünü düşündüğüm her şeyin ve herkesin bir hiç denecek kadar niteliksiz ve önemsiz olduklarını gördüm.
Tıp Fakültesi Hastanesinde annemin oda arkadaşı 11 aylık bir bebek. Minicik bembeyaz bir beden. Ayağının birinde kalıp bir ayakkabı diğeri ise alçıda. Uzanmış, bir ayağı ile tekmelemeye çalışırken, diğer ayağından yaşadığı acı, çıkardığı seslerden anlaşılıyor. Yanında gencecik bir bayan, annesi olduğunu düşündüğüm. Uzanmış sessiz sessiz bebeğin saçlarını okşuyor. İzliyorum. Ne muhteşem bir duygudur annelik, bir o kadarda acıtır, çaresiz kalırsanız. Gencecik anne nelerle boğuşuyor diye geçiyor aklımdan. Genç bir doktor anneyi çağırıyor, o anda bebeğin emziği düşüyor ve ağlamaya başlıyor. Yatağa yaklaşıyorum, annelik duygusuyla, şefkatle “ acıktın mı, anne geliyor, ağlama kuzum” diyorum, bir yerlere bakan bir çift göz, ama bana bakmadığı kesin. Parmaklarımı gözünün önünde oynatıyorum, tepki yok. İçim acıyor, bebek görmüyor. Sessiz kalıyorum ve bebeği sakinleştirmek için”” pşşşt annesi de gelecek diye bir şeyler geveliyorum. Tam o anda anne sandığım genç bayan odaya giriyor. Benim konuşmalarımı duymuş olsa gerek.” Ben annesi değilim, bakıcı annesiyim, yani bakıcı ablası. Zübeyde Hanım Çocuk esirgemeden Fırat bebek. Ailesi terk etmiş, Manisa dan geldi” diyen şeker mi şeker geleceğin bir annesi. Birkaç ay önce bir ayağından ameliyat olmuş, şimdi ise diğerinden. Gözleri görmüyor, kulakları işitmiyor, konuşma şansı hiç olmayacak belki.
Ailesi tarafından terk edilmiş engelli bir yavru Fırat. Çok güzel bir bebek, hayatta onu neler bekliyor meçhul. Tıp Fakültesindeki doktorlar seferber olmuşlar. Ortopedi bir yerden, Göz ve KBB doktorları diğer taraftan ellerinden geldikçe bir şeyler yaptıkları ortada.
Soruyorum genç bayana, kaç bebek var Çocuk esirgemede diye. 0-2 yaşta 4 erkek 3 kız bebek iki bakıcı anneye emanetmiş. Biz Üniversiteden birkaç hoca uzun yıllar önce gönüllü olmuştuk çocuk esirgemede. Ev ödevlerinde yardım, birlikte aktiviteler gibi faaliyetlerimiz vardı.
Asıl amaç orada bulunan çocuklara sevgi verebilmekti. Bizim gruplar ilkokul öğrencileriydi. Sevgiyi isteyebilecek kadar büyüklerdi.
Ama bu bebeğe baktım. Fırat bırakın sevgi istemeyi, görmeyi ve işitmeyi bile yaşayamayacak kadar talihsiz bir bebekti. En büyük şansı devletin ona sahip çıkması ve sevgi dolu bakıcı annenin varlığı idi. Daha önce hiç katı gıda ile beslenmediğinden dolayı( sürekli biberon verilmiş) hala biraz mama da kusma refleksi gösteren bir bebeğe, büyük bir itina ile sarılan bu genç bayanı takdir ettim.
Acaba bizler bu küçük yaş grubuna zaman ayırıp gönüllü annelik yapabilir miyiz sorusuna gelen yanıt üzücü idi. Hastalık bulaşabilir endişesi ile o grupta gönüllülere izin yokmuş. Oysa o bebelerin karnını doyurmaktan, altını temizlemekten çok sevilip okşanmaya, dokunulmaya, kulaklarına konuşulmaya ihtiyaçları var. Sevgiyi hissetmek, kişiliklerinin gelişimi açısından en az beslenmek kadar önemli olduğu apaçık ortada.
Belki Çocuk Esirgeme kapılarını gönüllü annelere, babalara, ablalara ve ağabeylere biraz daha açmalı. Orada kadrolu çalışan elemanların yanı sıra gerçekten gönüllü insanları çekmeye çalışmalı. Yurt dışında hafta sonları, tatiller ve özel günlerde Çocuk esirgemeden çocuklar alınır aile ortamlarına. Arada bir, birkaç günde olsa sadece, oradaki yavrulara aile ortamını yaşatmak yapılabilecek en güzel şey olsa gerek.
İnsanların sevgilerini ve boş zamanlarını oradaki çocuklarla paylaşmaları için bir şeyler yapmalı, ya da yapılmalı. Yapılmalı, yapılandan çok daha fazlası yapılabilmeli. Bizler çok şanslıyız, bir de onları düşünün. Bugüne kadar kendiniz için ağlamaların tümünün ne kadar boş olduğunu anlayacaksınız…