Son zamanlarda en çok okunulan ve hakkında konuşulan kitabı okudum nihayet. Yazılanların neredeyse tümü bilinen ve yaşanan olmasına rağmen, nefes almadan bir günde sonunu getirdim. Kitabı kapattığımda derin bir nefes alma ihtiyacı duydum. Sanki karanlık bir yolda yürüyordum uzun süredir ve birisi küçükte olsa bir ışık tuttu.
Eminim benim gibi binlerce okuyucu kendi yaşamından kesitler buldu içersinde. Unuttuğu, ya da önemsemeyi unuttuğu onca güzelliklerin bilincine vardı yeniden. Ben yeniden doğmuş gibi hissettim. Huzur sardı yüreğimi. Kitabı masaya bıraktım ve bilmiyorum ne kadar süre ama uzun süre dalıp gittim. Hayatımda ıskaladıklarımın hesabını yapma ihtiyacı duydum bir anda.
Tüm yaşamımız boyunca hep aileden de aldığımız terbiyeyle birlikte” el ne der “ zihniyetinin hâkim olduğu bir toplumda yetiştik. Attığımız her adımın, yaşadığımız her günün hesabını kendimizden önce başkalarına vermek üzere yetiştirildik.
Küçücük bir çocukken burnumuz kaşınsa kurcalamaya çekinirdik” ayıp ayıp el ne der, çek elini burnundan”. Oysa müsaade edin kaşıyalım sonra gider elimizi yıkarız:). Kurallara aykırı olan her davranışa “ el ne der” terbiyesi aldık. Bunun adına terbiye denebilirse tabi. Mantıklı bir açıklama yerine utanma duygusu uyandıran yasaklamaya mağdur bırakıldık.
İki cinsiyet arasında arkadaşlık çok” riskli “idi.” Ben sana güveniyorum kızım, ama komşu ne der”, komşunun beynindeki art niyeti, olumsuz düşüncesi birçok olabilecek güzel arkadaşlıklara engel olmuştur bizim gençliğimizde. “Bu sorun komşunun sorunu benim değil ki “diyebilmeyi bilemedik o dönemlerde, “peki” demeyle yetindik.
Lüks bir lokantaya gidersin, önüne kızarmış bir piliç gelir. Cowboy filmlerindeki gibi o budu kanırtarak kopartıp yemek varken, çatal bıçak kullanma zorunluluğunun baskısı altında ne yediğimi anlayamadığım çocukluk yıllarım çok olmuştur.” Ayıp ayıp elle yemek mi yenir”? Neden yenmesin? Balık yemeye gidersin, önüne çatal bıçak konur, kılçık boğazına takılınca da ekmek hamuru aranır” eyvah çocuk boğulacak”.Elle kılçıklardan arınmış olduğuna emin olmak varken, ne diye boğulma riskini göze alırlar bu büyükler anlamak mümkün değil o yaşlarda.
Dört duvar arasında ailenin gösterdiği hoşgörü kapıdan dışarı çıkınca yok olur biranda. Buna çoğumuz şahit olmuşuzdur. Toplum korkusu, baskısı, dedikodular bizim biz olmamızı engellemiştir adeta. Kendi aramızda arkadaşlarla dertleştiğimiz zaman hep aynı şeyler çıkardı ortaya, o halde kimden çekinirdik, neden çekinirdik anlayamazdık.
Evet, çocukluk ve gençlik yıllarını hep başkalarına endeksli yaşadık. Hele ki o yıllarda nüfus daha az, herkes herkesi gözetliyor ve açık arıyor. İnsanlarda o kadar çok boş zaman varmış ki, dedikodudan daha önemli bir eğlence mekanizması yokmuş sanırım. Ama bu çirkin mekanizma bizim dönemimiz insanlarına ve bizden öncelerine çok kalın zincirler vurdu. Kimse ne istediğini bilemedi, bildiyse de istediği gibi yaşayamadı.
Yıllar geçti, büyüdük, olgunlaştık. Anne, baba olduk. Dönüp arkamıza baktığımızda neler farklı yaşanabilirinin hesabını yaptık, hala da yapıyoruz. Kimimiz kaderci oldu, yaşananları alın yazısı hesabına kayıt ettik, kimimiz aptallığımıza. Adı ne olursa olsun bir gerçek var ki, her ne yaşadıysak sadece kendi özgür irademiz değildi her zaman. Toplum baskısı, “ el ne der” endişesi ne kadar çok inkar etsek de hayatımızın altını çizen oldu.
Kırk yaşımıza gelince anlıyoruz, bu hayatın sadece bir defa yaşanabileceğini ve geçen günün asla geri gelmeyeceğini. Benim bir sözüm vardır” bana dünü getir ben sana yarınlarımı vereyim” . Bunun mümkün olmadığını bile bile hala ve hala bazı anlar vardır ki, kendimizden önce başkalarına hesap verme zorunluluğu duyarız. Oysa kişi kendine hesap verebiliyorsa, diğeri önemsizdir. İnsan olmanın en güzel yanıdır. Vicdanın sesi seni rahatsız etmiyorsa bu senin doğrundur. Senin doğrunda illaki bir başkasının doğrusu olmak zorunda değildir. Eğriler ve doğrular kişinin kendine ve hayatına özeldir.
Hayatımızda birçok hatalarımız oldu. Nedense canımızı en çok acıtanı kadere yüklemeyi tercih ettik. Biz akıllıyız, hata yapmayız, yapmamalıyız, “alın yazısı, yaşanması gerekirmiş yaşanmış” ,demeyi ne de çok sevdik Oysa alın yazısı denen şey kabaca çizilmiş bir yaşam. İnce hatlarını kendimizin belirlediğini göz ardı ettik. Başaramadığımız anlarda kadercilik oynamanın ne alemi vardı (?)