Kimilerinin doğum günü 16 ocak 2010, minik Gizemin ölüm günü oldu.
12 yıl boyunca gözünüzden sakındığınız, her anında yanında olduğunuz bir canı toprağa bırakıp gelmenin acısı tarif edilir mi bilemiyorum. Bir kez daha ölümün soğukluğunu hissetmek, karşısında çaresizliği yaşamak, eli kolu bağlı sadece kabul etmek, yaşımın ölüme karşı yenilgisine şahit olmak, bir kez daha teslim olmak ölüme.
Tesellisi yok ölümlerin. Ölümün zamanlısı da yok. Her ölüm erken ölüm, her ölüm yersiz ölüm. Mezarlığa adım attığımız an yüzleşmek ölümle, bu dünyanın yalan olduğunu görmek, canınızdan çok sevdiğiniz insanı buz gibi toprağa koyarken, üzerine kürek kürek toprak atarken, keşkelerin beyninizde uçuştuğu, pişmanlıkların yüreğinizi yakıp kavurduğu anda, işte hayatın hepimiz için hazırladığı son diyoruz.
Orada kısa bir süre de olsa, hepimiz kendi içimizde anlık düşüncelere dalıp, kimseyi kırmayacağım, üzmeyeceğim, kimsenin hakkını yemeyeceğim, gibi sözler veriyoruz kendimize. Mekândan ve olaydan biraz uzaklaşınca yaşamın çarkına kapılıp unutuyoruz her şeyi. İşte böyle bir şey, yaşam ve ölüm. Ne bir arada, ne de ayrı yaşanabiliyor.
Gizem çok özeldi. Gizemin annesi ve babası hayatımda tanıdığım, şahit olduğum ve onlarla gurur duyduğum, hayatlarının 12 yılını evladına adayan iki muhteşem insan. Onların acısını hafifletmek mümkün değil. Onları teselli etmek, Gizemin bıraktığı boşluğu doldurmak ta hiç mümkün değil. Ölümün tesellisi yok, ancak ortada belki biraz teselli edecek bir gerçek var: Gizem için kendi hayatlarından vazgeçen, onun için yapılabilecek her şeyi yapan bir ailenin varlığı. Evet tam 12 yıl sonra Gizemsiz bir hayata devam etmek, bunu başarabilmekte bu iki harika insana düşüyor. Onlara ihtiyacı olan bir evlat daha var. Boşluk tümüyle dolmasa da, Gizemin varlığı unutulmadan, bugünü süsleyen hayaliyle, yaşam devam ediyor…