Çağlar boyu sürmüş bir avdan artakalmış bir kurbanın yalnızlığı aklımı esir almıştı. Ürkektim. Korkaktım. Son bir umutla sana geldim.
Uçurumlarda, son anda fark edilmiş zayıf bir dala tek eli ile tutunmuşların çaresizliği ile bağırdım; “ kimse yok mu?”
Ya da “ bitti mi?” diye seslendim, uçurum başında, zulüm yansıyan gözlerle umursamadan ayakta dikilen sana.
Ne sözlerin anlamı kaldı, ne sözcüklerin temsil ettiği iklim. Ne üşüdüm, ne yandım. Ya da, hem üşüdüm, hem yandım.
Dilin “ bitti” dedi. Ellerin de…
Bilirim, yüreğin her daim ellerinin ve dilinin hükümranlığına biat etmiştir. Sen bir çift el ve bir dilden ibaretsin.
Korktum. Araf’ta, Cehennem’e taksim olanlar kadar korktum.
Midesindeki açlık yangınlarını, anasının ak sütü ile söndüren bir bebeğin ağzından vahşice koparılmış bir memeye bakar gibi bakakaldım diline.
Ruhum bir tapınak aradı kaçmak için. İçimdeki kan şelalelerini durduracak bir tabip için bilge tellallar gökyüzüne ve yeryüzüne seslendiler. İçimdeki asi hücreleri hizaya sokacak bir akıl diktatörü aradım.
Alemlerden gelip göğsümü yakan Muhammedi ve İsevi Cehennemlerin ateşini söndürmeye yeryüzünün hiçbir inanç pınarı yetmedi.
Ve sen terk ederek özgürleştiğini sandın ey köle.
Ve şimdi, ey sen benim suretimde taşları bağrına basıp özleminin ateşini dindirdiğini sanan bitik yanardağ.
Ve ey sen, gözlerimin ardındaki kaf dağlarından, masallara sığmaz gözyaşı sellerinin önündeki bütün barikatları yerle bir eden Şirin’in torunu.
Ve ey sen, ruhumu, ıssızdaki çarmıhlarda, güneşe ve yıldızlara sergileyen, tenimi bir çuvaldan daha değersiz kıldığını zanneden ahir zaman celladı.
“En el aşk” diyorum.
Susuyorum.
Sonsuza kadar susma hakkımı kullanıyorum. Kutsal kavuşmaya süslenen yüreğimin çeyiz sandığına insan olabilme erdemlerinden birini daha atıyorum.
Sana, yargılanacağın aşk divanında taraflı bir tanığın olmak üzere, şimdilik “ hadi eyvallah” diyorum.