Bu yazı bir İstanbul güzellemesi değildir.
Evet. İstanbul çok güzel bir kent. Yaratan onu yeryüzüne bir nakış gibi işlemiş. Ama İstanbul, Dünya yaşam liginde olması gereken yerde mi?
Ne gezer?
Bu yazı, İstanbul’u yarım asırda perişan edenlere de acı dolu bir sitemdir.
İstanbul’un yarım asır öncesini görmüş..
Yaşamış…
Hazzını almış bir Anadolulu olarak,
Ben derim ki, Ey Anadolu’nun bozulmayan kentleri…
Ey Malatya.. Ey Artvin.. Eye Van.. Ey Siirt.. Ey Kütahya..
Ey Bolu… Ey Uşak…
Ey Samsun… Ey Mersin..
Size, Dünyanın en düzenli, en kadim, en sevecen, en merhametli, en sanat aşığı kenti nasıl berbat edilir…
Bunu anlatayım önce..
Dünya’nın Başkenti olmaya aday olabilecek İstanbul nasıl mahvedilir..
Bunu okuyalım..
Buradan bir ders çıkaralım…
Bir zamanlar İstanbul
Önce bir hayal kuralım..
“Başka bir İstanbul olsaydı” diye soralım. Neler olurdu, tahmin edelim. Bir işe yaramasa da o eski güzel günlere methiyeler düzelim…
İstanbul 1900’lerin başındaki gibi kalsaydı.
Hatta bir benzetme daha yapalım. İsteyen istediği yakıştırmayı yapsın.
Hiç önemli değil.
İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet gibi bir irade yönetseydi.
Bu muhteşem kentin başında, hiç kimsenin inancına, etnik kökenine karışmayan, bilim, sanat, kültür aşığı bir lider olsaydı.
Resmin zinhar günah addedildiği zamanlarda İtalyan ressam Bellini’yi davet edip resmini yaptıran padişah…
Kentin estetiğine gözü gibi bakan, sahip çıkan Padişah
Başta mimarisi olmak üzere, her şeyi ile o günkü İstanbul olsaydı.
İstanbulluya emanet gibi baktı
Neden mi Fatih Sultan Mehmet?
Sultan İstanbul’a girdikten sonra ne yapmış, ona bir bakalım;
Kent düşmüştür…
Fatih şehre girince doğruca Ayasofya’nın önüne gelir. Burada büyük rütbeli papazlar, keşişler ve halk padişahın atının ayaklarına ağlayarak kapanırlar.
O zamanlarda bir hükümdar, bir şehri zapt ettiği zaman yağma ederdi.
Bizanslılar da bunu bekliyorlardı, fakat Sultan yerlerde sürünen Bizanslılara şu sözleri söylemiştir: ‘Kalkınız ve müsterih olunuz. Ben Sultan Mehmed; hepinize söylüyorum ki, bu andan itibaren ne hürriyetleriniz, ne de hayatlarınız hakkında gazap-ı şahanemden korkmayınız. Kimsenin malı yağma edilmeyecektir. Kimseye zulüm yapılmayacaktır. Hiç kimse dini inanışlarından dolayı cezalandırılmayacaktır.”
Tam olarak bu nedenle İstanbul Fatih gibi bir kafa tarafından yönetilseydi..
Şu sözler de İBB Başkanı İmamoğlu’ndan;
“İstanbul’u anlamak aslında Fatih Sultan Mehmet Han’ı anlamaktır. Dolayısıyla hem İstanbul’un fethi, hem de muzaffer komutanı Fatih Sultan Mehmet.
“Ama bir başka boyutu var. Fatih Sultan Mehmet sanatsever, entelektüel müthiş bir merhamet ve hoşgörü sahibidir. İstanbul’un fethi aslında gönüllerin fethidir.
“Dolayısıyla bir çağın kapanması veya bir çağın açılması sadece bir kentin fethedilmesinden geçmiyor elbette. Başka boyutlarıyla bir çağ kapatılıp bir çağ açılıyor.
“Orada da Fatih Sultan Mehmet’in entelektüel, hoşgörü tarafı, tüm inançları kucaklaması, bu kentte yaşayan insanlara mutluluğu ve huzuru temin etmesidir.
“Dolayısıyla İstanbul için yola çıkışımızda Fatih Sultan Mehmet’i ziyaret etmemek olmazdı. Burası benim gerçekten huzur bulduğum camilerimizden bir tanesidir”
Ben demiyorum; Başkan İmamoğlu diyor..
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul aşkından bahseden bir yazı, bazılarının tepkisini çekecektir. Bu satırların yazarını Osmanlıcı diye etiketleyecek dostlar olacaktır. Fatih güzellemesinin nereden çıktığı sorusu başımın etini yiyecektir.
Bu tür ataklara karşı yukarıdaki notlarla bir tampon bölge oluşturmuş olalım.
İstanbul’un kadim renkleri kaybolmasaydı
Göçler ve göç ettirmeler olmasaydı. İstanbul, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, velhasıl, kaybolmuş ne kadar renk varsa hepsinin bir arada yaşadığı bir kent olarak kalsaydı.
Merhaba başta olmak üzere, onlarca dilde selamlaşma sözcükleri İstanbul sokaklarından taşıp, saygı ve sevginin işaretleri olarak gökyüzüne yükselseydi.
Kenti ziyaret eden gezginler sokaklardaki selamlaşma çeşitliliğine gıpta ile baksalardı.
Onlarca ayrı dil konuşan dost sinelerden onlarca dost ses ile selamlaşma olsaydı.
İstanbul, bu günkü gibi, betondan ibaret olmasaydı. Dağ, taş, dere, tepe, ova, bayır çimentonun ve kumun çirkin suç ortaklığı ile katledilmeseydi.
Arnavut kaldırımları kalsaydı.
Geceleri boza, turşu suyu satanlar kalsaydı.
Omzuna bir sırık alıp, iki ucunda yoğurt tepsisi satanlar kalsaydı.
Bohçacılar…
Macuncular..
Midyeciler..
Sokaklar, zerzevatçısı, yorgancısı, hallacı, kalaycısı, muslukçusu, dondurmacısı, sütçüsü ile dile gelseydi. Günün herhangi bir anında kulaklarımız onların dost sesi ile sakinleşseydi.
İinsanlığın ortak mirasını duygusuz ve ruhsuz bir kapitalistleşmeye rehin bırakmasaydık.
19 yüzyıl İstanbul’unu plansız, programsız, heyecansız bir büyümeye kurban vermeseydik…
İstanbul’da zaman 19 yüzyılda donsaydı.
Kentin tamamında olmasa da, belli semtlerinde yöresel kıyafetler hala giyilseydi.
Gözlerinizi daha fazla nemlendirmeyeyim
Şu hızlı, acımasız, saygısız ve sevgisiz Dünya’da…
Bir yudum sevgi arayanların…
Geçen yüzyılın aşklarını hala yaşatmaya çalışanların..
Sanatçıların
Zanaatkarların
Sistemin vahşi çarkları tarafından hayallerine kan doğrananların
Dört ayaklı dostlarımızın
Kuşların
Sığınağı olsaydı.
Benzeri olmayan mutfaklar ehlinin elinde yaşamaya devam etseydi.
Vakti zamanında gelip İstanbul’a yerleşmiş Gürcüler, Arnavutlar, Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Rumlar, Türklerle birlikte yarattıkları muhteşem İstanbul mutfağı ile bütün Dünya’ya meydan okusalardı.. Lezzet cennetinde kendisinden geçmek isteyenin ilk durağı İnsanlığın kadim mirası İstanbul olsaydı,
Bu Rum yemekleri İstanbul’un seçkin lokantalarında sunulsaydı.
Koliva - Ahtapot Yahni - Kurkuti - Cicirya - Rum Kurabiyesi -Rum Usülü Közleme -
Papagiannis – Pabucaki - Tropita – Sinkonta -Rum Usulu Soslu Patlıcan -Kabaklı Otlu Börek – Kidonito – Babagannuş – Saganaki – İstifno - Sakızlı Balık Çorbası
Bu Ermeni yemeklerini her sokakta bulabilseydik..
Düğün Çorbası - Süt Çorbası - Un Çorbası - Nemçe Arpası Çorbası - Makarna Çorbası -Salep Çorbası - Kapyoka Ve Salep Çorbası – Topik - Badem Sütlü Topik - Ermeni Usulü Etli Pilav – Herrisa – Havidz - Dalak Dolması – Basturma - Baharatlı Kurutulmuş Yoğurt - Hay Usulü Yaprak Dolması – İşbabyan – Tarama – Anuşabur
İstanbul 4-5 milyon nüfus ile kalsaydı.
Türkler, Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Rumlar, Gürcüler, Yahudiler Dünyada eşi benzeri bulunmaz, rengarenk bir yorgan gibi serilseydi bu güzel tepelere.
İstanbul, betonun, çimentonun, demirin acımasız ayakları atında ezilmeseydi..
Ne olurdu?
Ne olacak?
Dünya, İstanbul’u görmek için kuyruğa girerdi.
İstanbul, sanatçıların, felsefecilerin, bilim insanlarının, yazarların sığınağı olurdu.
İstanbul turizmine paha biçilemezdi.
Türkiye’nin güzel kentlerine not
Kıssadan hisse;
Ey güzel Anadolu’nun, Trakya’nın kendi halinde, kendine emanet, kendine özel şehirleri..
Lütfen siz kalmaya devam edin…
Lütfen daha fazla göç vermeyin…
Lütfen daha fazla göç almayın
Lütfen doğanızı, suyunuzu, hayvanlarınızı koruyun..
Tarihiniz öylece kalsın..
İnsanlarınızın yüzündeki o içten gülümseme öylece donup kalsın. Sizin merhametinizin canlı işareti olsun..
Gelecek sizin…
Ey Anadolu’nun güzel şehirleri, adını başkalarının koyduğu çocuklar gibi olmayın…