Korkarım doğa artık yeni bir insan modeli arayışında.
İnsanın doğa ile ilişkisinde denge bozuldu. Acaba, tarihin gördüğü en vahşi canlı artık vadesini doldurmak üzere mi, diye düşünmeden edemiyor insan..
Canlıların milyonlarca yıllık tarihi böyle zalim bir tür ile karşılaşmadı..
Zevk için avlanan..
Sadece kazanmakla yetinmeyen, başkalarının kaybetmesinden de zevk alan..
Dokunduğu her şeye ve herkese ‘ Ben’ sözcüğünden başka bir mesaj vermeyen..
Dağa, taşa, suya, toprağa para gözlüğünden bakan..
Bu canlı, bu kompozisyona yakışmıyor artık. Ne hayvanlar, ne de bitkiler bu canlıya en küçük bir sempati beslemiyor.
Tam da bu nedenle hayat gerekeni yapacak galiba.
Bundan milyonlarca yıl önce, doğa, kayıtlara geçen ilk yok oluşa tanık oldu. Dünyanın tartışmasız egemeni dinozorlar silinip gitti.
Doğa, büyük olasılıkla, kurallarına ve aidiyetine karşı büyük bir suç işleyen bu yaşam formunu cezalandırdı ve hayattan sildi.
Muhtemelen, onlar da kendilerini evrenin asla yıkılmayacak egemenleri sanıyordu.
Tıpkı bu günün insanoğlu gibi..
Ama, bittiler.
Bu gün, insanoğlu kendisini evrenin tartışmasız egemeni sanıyor. Ne yaparsa yanına kar kalacağı gibi berbat bir yanılgısı var.
Dünyanın bütün su kaynaklarını kurutuyor.
Kurutamadıklarını zehirliyor.
Denizleri kirletiyor. Kentlerin, otellerin bütün atığını masmavi sulara boca ediyor.
Okyanusları plastik ve çöp deryasına çeviriyor.
Derin suların nazlı balinalarını yok etmek için sürek avları düzenliyor
Var oluşun bütün kodları ile tehlikeli oyunlar oynuyor.
Orta Asya’nın su ve yağmur kaynağı Aral Gölü’nü bu vahşi canlı kuruttu.
Akdeniz’in inci gerdanlığının en değerli parçası Burdur Gölü artık can çekişiyor. Belki birkaç 10 yıl ömrü kaldı. Belki o kadar bile değil.
Kendilerini can havli ile karalara atan kaplumbağaların, balinaların midesinden insanoğlunun utanç izleri çıkıyor. Metal ve plastik çöpler..
Yaratılmış olduğu çamura ait olduğunu unutan insanoğlu, çok daha yapay aidiyetler geliştiriyor. Kendisini bir gruba, bir kente, bir ülkeye ait hissetme noktasında anlaşılmaz bir inada sahip olan bu vahşi canlı, bunların dışında kalan insanları, kentleri, ülkeleri ya düşman belliyor, ya da hiç dikkate almıyor.
Bir başka kentte, ülkede, kıtada yaşayan felaketin, eninde sonunda gelip kendisini de vuracağından habersiz gibi davranıyor.
Katıksız bir ‘Ben’ önceliği, yüreğinin ürettiği bütün sevgiyi sadece kendisi için rezerv olarak hapsediyor. Kimseyi sevmiyor. Kimseyi önemsemiyor.
Böyle hoyratça hareket ederek, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kimyasal kıyametini hazırlıyor. Bu kıyametin kaçınılmaz olduğunu biliyor, ama görmezden gelmeyi tercih ediyor.
Market rafları..
Pazarlarda köylü tezgahları..
Zehir dolu.
Güya güvenmemiz gereken köylü tezgahlarındaki bütün sebzeler, aşırı ilaçlamadan ötürü devasa boyutlarda ve hiç birisi doğal değil.
O, bir zamanlar kutsadığımız köylü için öncelik akşam kaldıracağı para.
O sebzeleri tüketenlerin kanser, kalp hastası, şeker olması umurunda bile değil
Kimse kusura bakmasın, birçok seranın hemen arkasında, gözlerden gizlenen sebzeler de var. O seracı bunun kendisi için olduğunu söylemekten de çekinmiyor.
Toprak zehir doldu. Kanser ve diğer hastalıkları kusuyor.
Ürünlerin aylarca bozulmadan kalması için eklenen kimyasallar kanser yapıyor.
Hiç kimse de market raflarında hiç bozulmadan kalan sebzelerin, meyvelerin, peynirin, sütün, etin sırrını sormuyor. Merak da etmiyor.
Doğaya ve hayata reva görülen bu nobranlık orada kalmıyor..
İnsanlar arası ilişkilere de yansıyor.
Çocuklar ailelerini, gençler büyükleri, hepsi birlikte yaşlıları sevmiyor. Bunu da her fırsatta belli ediyor. Kimse kimseyi sevmiyor.
Nereden belli?
İnsanlar eskiden birbirlerini severlerdi.
Sevdikleri için de dikkatle dinlerlerdi.
Bitti.
Evrim, artık gereksiz hale gelen kulakları, bedenlerimizden söküp alabilir.
Bundan 30 yıl öncesine kadar bu topraklarda Tanrı Misafiri diye bir kavram vardı.
Köylerde ve kentlerde baş tacı olan bu kavram, yolda kalanlara kayıtsız, şartsız bir şefkatin şifresi idi. Tanrı Misafirine kapılar ardına kadar açılırdı.
Şimdi, hem bu kavram sözlüklerden silindi, hem de temsil ettiği muhteşem değerler..
Toprak, su, hava, ormanlar, dağlar, taşlar, rüzgar, deniz, güneş…
Hepsi, kıyameti hızlandıran tuhaf bir sanayileşmenin hammaddesine dönüştü.
İnsanoğlunun en asil hasleti olan konukseverlik üzerine bina edilen turizm ve ağırlama sektörü, aşırı bir büyüme hırsına kurban gitmek üzere.
Havalimanlarında uçaklardan inen insanlara konuk değil, cüzdan gibi bakılıyor.
Kar etmek ve karları hep arttırmak için insanların sınırlarını zorlayan işler yapılıyor. Ağırlama sanatı insani dokunuşunu kaybetti. Tamamen sanayi işleyişine dönüştü.
Günümüze damga vuran bir tarz var. İnsanlar artık kazanmakla yetinmiyor. Başkalarının kaybettiğini de görmek istiyorlar.
Ama, yaşamın bu haliyle sürmesi imkansız zaten.
Çok uzak olmayan bir gelecekte, hayat, hem makro, hem mikro ölçekte, yeni insan ve yeni bakış açısını dayatacak. Yeni insan ve yeni düşünce ise bambaşka bir turizm inşa edecek.
Bu turizmin odağındaki sihirli sözcükler, BİZ olacak. İYİLİK olacak. PAYLAŞIM olacak. SAYGI ve SEVGİ olacak.
DEĞERLERİN değeri bilinecek…
Çalışanlar. Konuklar. Yatırımcılar. Hepsinin ortak paydası İnsan olacak.
Aklı, ruhu, hayalleri ve beklentileri olan insan…