Bugün gönlün daralmış, umutsuzluğa kapılmış, belirsizliklerle karamsarlığa düşmüşsen, çıkmaz sokaklarda çözümsüz görünen sorunlarla mahsur kalıp gözyaşı döküyorsan eğer bil ki bu da geçer Ya Hû!
Seni kıranlar, seni üzenler, değerini bilmeyenler, güç ve kuvvete sahip olup zalimlik yapanlar, sana ve sevdiklerine saygısızca davrananlar bilsinler ki elbet bu da geçer Ya Hû!
Zenginliğin, şanın, şöhretin narsistik doyumunu sağlayanlar, grandiyöz ve büyüklenmiş kendilikleri ile kibirli davrandığının farkında olmayanlar, makamın, yetkinin, fiziksel gücünün, dış güzelliğinin, kudretinin gücüyle kendinden geçenler, gururlananalar, bilsinler ki bu da geçer Ya Hû!
Aşkın, ayrılığın, hasretin, özlemin, kırgınlığın, hayal kırıklığının derdiyle kavruluyorsan, aşkın imkânsız girdaplarında çırpınıyor ve acı çekiyorsan eğer, kalbini kırdılarsa, seni ezip geçtilerse eğer, umut et ki bu da geçer Ya Hû!
Hastalığın, derdin, kayıpların acısına, çaresizliğine düştüysen, fakirliğin, yokluğun, imkansızlıkların, açlığın, kimsesizliğin kıskacında boğuluyorsan, evini, yurdunu, çocuğunu, anneni, babanı, sevdiğini kaybettiysen, yaşadıklarının sıkıntısıyla uykusuz gecelerde acı çekiyorsan bil ki bu da geçer Ya Hû!
Bu dünyada, bu adaletsizlik, bu vicdansızlık, bu haksızlık, bu zulüm, bu düzen baki kalmaz, bu da geçer Ya Hû!
Sarmışsa etrafını dertten duvarlar, dertlerin kalbinde onarılamaz hissettiren yaralar açmışsa, sana tüm bu olumsuz duyguları yaşatan her varlık, her olay ve başına gelen her şey senin öğrenmen için. Hiçbir şey kalıcı değil, dertlerin de dahil.
Umudunu hiç kaybetme, her derdin bir dermanı vardır. Unutma ki mum alevinde titreşen gölgeler gibidir dertlerin. Güneş doğduğunda hepsi kaybolur, yerini aydınlık alır. Sabır, zamanın kaçınılmaz akışıyla korkmadan yüzleşebilmektir. Yaşamlarımızın günlük rutini içinde sonsuzluğu hissedebilmek.
Bugün dert görünen günün yarın hangi mucizelerle gelecek sana. Buna inan ve de ki: "Bu da geçer ya Hû."
Binlerce yıldır Anadolu’ da zorluklarla karşılaşan insanların sığındıkları tinsel bir sığınak olmuş. Bu topraklarda asırlardır kullanılan duayı andıran bir deyim. İyilik de kötülük de zamanla geçip gider. Lakin bunları yapanlar yaptıklarının niteliklerine göre hoş ya da kötü şekilde anılırlar.
Osmanlı padişahları içinde en reformcu, en yenilikçi, ama en çok sıkıntıyla uğraşan sultanı 2. Mahmut Dağılan imparatorluğu bir arada tutmak için her şeyi yapıyordu. Ancak 31 yıllık iktidarı boyunca, ne batının saldırısı durdu, ne savaşlar, ne imparatorlukta karışıklıklar bitti. Derdi deryaları aştı, sonunda veremden hayatını kaybetti.
Sultan Mahmut bir gün tüm vezirlerini toplayıp, bunalım günlerinde der ki, “bana öyle bir söz bulun ki, bu dertlerin, bu acıların, bu sancıların arasında onu okuduğumda umutsuzluğum gitsin, tasam bitsin, acım dinsin. Sonra mutlu olduğumda yine onu okuyayım, rehavete kapılmayayım, dünya nimetlerine tamah etmeyeyim, saltanat makamının, tahtımın gücüyle; aslımı, insanlığımı unutmayayım. İşte bu sözü, bir yüzüğe yazdırayım, her gördüğümde, neşemde ve hüznümde bana aynı etkiyi yapsın.”
Tüm ahali seferber olur.
Yüzük ustaları der ki; “bu sözü bulmak bizim haddimize değildir, bu bilgelerin, alimlerin işidir”
Bilgeler der ki; “biz tek sözle hem umutsuzluğu, hem mutluluğun rehavetini giderecek, hem de yüzüğe yazılacak kadar kısa bir sözü bulamayız. Bu şairlerin, ediplerin işidir.”
Şairler, edipler, güftekarlar, alimler, şeyhler ne kadar ilimle, sanatla, kitapla, kalemle işi olanlar uğraşmışlar, yazmışlar, çizmişler, padişahın huzuruna çıkarmışlar. Lakin hiçbirini beğenmemiş Sultan Mahmut. Nice Ademoğlu uğraştıysa olmamış, bilememiş, bir yüzüğe söz yazamamış.
Bir gün İstanbul'a bir derviş gelmiş. Diyar diyar gezer, gönül erlerinin, irfan sahiplerinin, hikmet ehlinin izlerini sürermiş. Sırtındaki heybesinde bir azığı yokmuş ama gönül heybesi, yedi iklim Osmanlı'nın, Diyar-ı Rum'un, Hicaz'ın, Bilad-ı Şam'ın topraklarından topladığı irfan ile doluymuş.
Demişler ki, “Ey derviş, hoş geldin. Sultan Mahmud'un bir isteği vardır. Nice alimler, bilgeler, şairler, edipler bulamadı bir çare. Senin heybende bir çare var mıdır buna?”
Derviş, onca yıllar, onca diyarda, onca insanda gördüğü, yaşadığı ve hikmetine nail olduğu gönül gözünü açmış, diğerini kapatmış. Ve heybesinden birikmiş tüm hikmet, bir sözle dışarı çıkmış:
“Bu da geçer ya HÛ”
Ya Hû ‘Ya Allah´ mânâsına gelir.
Duyanlar büyülenmiş. Bu sözü alıp, Şeyhul Hattatin Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yanına koşmuşlar. Demişler ki, 'öyle bir yazı yaz ki ey hattat, sulatanlar, vezirler, derdi olanlar, yokluk çekenler, umutsuzluğun pençesine düşenler ve varlık içinde ve illa ki gücün, kuvvetin rehavetine kapılanlar gördüğünde kendine gelsin. Yedi iklim padişahının yüzüğüne yazılsın, hiç unutulmasın.
Sultan Mahmut yüzüğü almış ve sözü okumuş: “Bu da geçer ya HÛ”. O günden sonra, o yüzüğü hiç parmağından çıkarmamış. Derdi olduğunda, acıları arttığında, sıkıntıları çoğaldığında bunu okumuş. Zaferler kazandığında, neşesi arttığında, tahtının keyfine vardığında bunu okumuş.
Ve her daim, “bu da geçer ya HÛ” diyerek kendine gelmiş.
O söz, şairlerin, ediplerin, bilgelerin, dervişlerin ve gönül ehlinin en sevdiği söz olmuş. Hattatlar bu sözü en güzel şekillerde yazmış. Müzehhibler en güzel süslerini bunun etrafına işlemiş. Her duvara asılmış, her kulağa küpe olmuş, her gönle tesir etmiş. Bu tılsımlı sözle herkes, sanki yıllardır kayıp olan bir parçayı bulmuş gibi heyecanlanmışlar.