Özellikle 1991 seçimlerinden bu yana iktidarların seçim dönemlerinde kazanabilmek amacıyla “seçim ekonomisi” denilen popülist uygulamalara yönelmeleri, tutamayacakları vaatler yapmaları, ülkenin mali durumunu, bütçe dengelerini alt üst eden harcamaları, muhalefetin de bunlara ayak uydurmaya çalışması âdet haline geldi. Seçilme ihtimalinin zorluk derecesine göre seçim ekonomisinin çapı büyüyor; oluşan kamusal yüklerin altından seçimden sonra nasıl kalkılacağı düşünülmeden yarışın ne pahasına olursa olsun kazanılmasına çalışılıyor. 91 seçimleri döneminde rahmetli Demirel’in “kim ne veriyorsa beş lira fazlası benden” demesinin, emeklilik yaşının 38-40’a kadar indireceklerini açıklamasının sonuçları ne ölçüde etkilediğini tam bilemesek de partisinin birinci sırada yer almasında bu tavrının büyük rolü olmuştu. Değerli bir iktisatçı olan rahmetli Adnan Kahveci’nin emeklilik yaşının indirilmesinin ülkenin geleceğini olumsuz etkileyeceğini, bunun SGK’nın altını oymak anlamına geleceğini anlatan konuşmalarını çoğumuz hatırlıyoruz; nitekim sonraki gelişmeler onu haklı çıkardı, yanlışı düzelmek hazineye çok pahalıya mal oldu.
Oysa 90’ların başında nüfusumuz daha gençti; 0-14 yaş grubu nüfusumuzun yüzde 35’ni oluşturuyordu. Bu oran şimdi yüzde 22. Doğurganlık oranı da giderek düşüyor; 2001 yılında her ailede ortalama 2,38 olan çocuk sayısı 1,7’ye düştü. 0-5 yaş arasındaki bebek sayısı artmak bir yana her yıl azalıyor. Buna karşılık 70+ yaş nüfusumuz artıyor. Demografik tablomuzun bozulduğunu gösteren bu tablo SGK’nın emeklilere ödediği maaşın artmakta olduğu anlamına geliyor. 2022 yılında Hazine’den SGK’ya 389 milyar lira aktarılmış. Bu yıl tam bir “seçim ekonomisi” uygulamasına geçildiğinden SGK’nın destek ihtiyacı katlanarak artacaktır. 2018’den bu yana artan enflasyon, paramızın değerinin düşmesine paralel şekilde artan pahalılık ortamında emeklilerimizin ne kadar zor şartlar altında yaşadıkları ortada, maaş ve ikramiyelerin artırılması siyasi sebepleri bir yana elbette insani bir vecibedir. Aslında bu artışlar bile insanlarımızın geçimini rahatlatmayacaktır. Bir süre sonra daha da artırmak gerekecektir.
SGK’nın üzerindeki yük hızla taşınamaz hale geliyor. Çünkü sorunu temelinden çözmeyi başarmak yerine popülist yöntemlerle günü geçiştirmeye çalışıyoruz. Başka bir ifadeyle bataklığın kuruması ekonominin yönetiminde beceri, bilgi ve tecrübe gibi niteliklere sahip yöneticilerin olmasına bağlı. Bu özelliklere sahip insanlar yerine siyasi sadakat, şahsi yakınlık ve “laf dinleyenler”i tercih ettiğiniz zaman sivrisineklerle uğraşır durursunuz. TCMB’nin 128 milyar dolar rezervi havaya savrulduğundan Körfez ülkelerinin ödünç (Swap) üç beş milyar dolar parasına ihtiyaç duyarsınız. Epistemolojik kopuş, ortodoks (dünyada bütün gelişmiş ülkelerin uyguladığı tarz) heterodoks model diye bir yol tercih edip “ihracatı artıracağız, ithalatı azaltacağız ve cari açık buna bağlı olarak düşecek” iddiasıyla ekonomiyi yönetmeye kalkarsanız ihracat geçen yıl olduğu gibi, yüzde 12 artar, 254 milyar dolara ulaşır ama ithalat yüzde 34 artarak 364 milyar dolara, cari açık rekor düzeye çıkar, enflasyon yüzde 70’lerde dolaşır, pahalılık piyasaları kasıp kavurmaya devam eder. Görevinden beş yıl önce kovulur gibi uzaklaştırılan Mehmet Şimşek’e yeniden ihtiyaç duyulmasının sebebi açıktır. MB’nin başında Erdem Başçı, Hazine’de İbrahim Çanakçı gibi liyakatli yöneticilerin olmamasının sonuçları ortada. Sorunların sebebi bilinse bile siyasi hesaplar düzeltilmesine yönelik adımların atılmasına çoğu kere imkân vermiyor.
Öte yandan nüfusumuzun giderek yaşlanmasından kaynaklanan sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlarımızın yanı sıra ülkemizde kayıtlı/kayıtsız çoğu Suriyeli en az altı milyon sığınmacının yaşamakta oluşu, bunların belli bir düzen kurarak giderek kalıcı hale gelmeleri doğurganlık oranlarının yüzde 3’e yakın olması her açıdan büyük tehlikedir. Hatay başta olmak üzere sınıra bitişik güneydoğu illerimizde Suriyelilerin bir süre sonra çoğunluğu alarak siyasi statü talebinde bulunmaları kimseyi şaşırtmamalı; çünkü biz bunun benzerlerini vaktiyle Rumeli’de yaşamıştık. İstanbul bu gün beş milyonu sığınmacı veya yabancı, yirmi milyona yakın nüfusuyla “obez” bir şehir görünümünde. Seçim telaşı içerisindeki iktidar ve muhalefet bunun ne kadar önemli bir sorun olduğunu görmezlikten gelerek susuyorlar. Gözbebeğimiz İstanbul’un bu kadar kalabalık nüfusu taşıması mümkün değildir. Toplum olarak siyasetçilerimizle, aydınlarımızla, mesleki ve sivil kuruluşlarımızla, basınımızla bu şehre haksızlık hatta ihanet ediyoruz ve maalesef bunun farkında değiliz.