Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’de doğurganlık oranının son yıllarda hızla azalmasını, yaşlı nüfus oranının yükselmesini “Yaşamsal tehdit ve tehlike” olarak nitelendirdi. Bu hükme aynen katılıyoruz, nüfus yapımızdaki olumsuz değişmeler, acil önlemlerin alınmaması durumunda karşılaşacağımız çok yönlü sosyo-ekonomik ve kültürel ağır bir krizin habercisidir.
AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılında doğurganlık oranı binde 2.33 idi; nüfusumuz hızlı olmasa da her yıl artıyordu. Daha da önemlisi çocuk ve genç nüfus oranımızın Avrupa’ya nazaran yüksek oluşuydu. Batılılara “biz genç bir ülkeyiz“ diyerek öğünüyorduk. Erdoğan nikah şahitliği yaptığı törenlerde evlenenlere üç çocuk yapmalarını ısrarla tavsiye ederdi. Ama bu istek maalesef söylenmekle kaldı, hayata yansımadı. Çünkü hayat şartları, küresel ve psikolojik faktörler, şehirleşme ortamı ters etki yaptı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun dışında, ülkenin her yerinde, özellikle büyük şehirlerdeki şartlar, genç evlilerin isteseler de birden fazla çocuk sahibi olmalarına fırsat vermiyordu. Böylece doğum oranı geçen yıl 1.51‘e geriledi. Nüfusumuz artık artmıyor, 2023’te 85 milyon 723 bin olan nüfusumuzda yaşlı nüfus oranı yüzde 15.1 oldu. Yani artık Avrupalılar gibi nüfusu yaşlı ülkeler kategorisine girmek üzereyiz.
Avrupa ülkeleri başta Fransa olmak üzere nüfusların azalmasını ve yaşlanmasını engelleyecek önlemler almaya çalışıyorlar; çünkü oran yüzde 2,2’nin altına düştüğünde azalma kaçınılmaz oluyor. Bu oran bizde geçen yıl 1.51 olurken Fransa’da binde 1.9, Almanya’da 1.6, ABD’de 1.7. Kısacası 22 yıl önce bize imrenen Batı’lı ülkelerin bile gerisine düşmüş durumdayız. Bu tablo milli varlığımızı tehdit eder nitelikte sorunların olduğunu işaret ediyor :
1) Toplumumuzun “millilik" özelliğini oluşturan demografik dengemiz bozuluyor. Türkiye BM raporlarına göre dünyada mülteci sayısı en yüksek olan ülke. Hem hedef hem de transit ülke konumundayız. Afrika ve Asya’da ülkelerinden ayrılmak isteyenlerin bazıları yerleşip yaşamak, bazılarıysa Avrupa’ya geçebilmek için öncelikle Türkiye’yi tercih ediyor. Suriye’li sığınmacılara kapılarımızı açmamızla başlayan ve 13 yıldır sürüp gelen bu tutumun sonuçları ortada, ama bu süreçte ülkeyi yönetenler sorumluluğu üstlenmekten kaçınıyor. Dolayısıyla hedefleri doğru belirlenen bir politika ortada yok. Bir ara sıkça sözü edilen “birket evlerin" artık adı bile anılmıyor. Büyük çoğunluğu Suriyeli 10 milyonun üzerindeki sığınmacıyla hayatı sürdürüyoruz. Bu saatten sonra ne onların gitmeye niyeti var, ne de bizim göndermeye yönelik bir tasavvurumuz söz konusu. Artık ülke nüfusumuzun yüzde onbeşinden fazlasını
oluşturan kültürleri, dilleri, gelenekleri farklı, millet olmanın temel şartını oluşturan, geçmişi sevinciyle kederiyle birlikte yaşamaktan kaynaklanan “aidiyet duygusu"nu taşımayan, çok geçmeden etnik ve siyasal haklar, vatandaşlık statüsü isteyecek bu milyonlarla bir aradayız.
2) Ülkemize yönelik sığınmacı akışının arkası kesilse bile, doğurganlık oranları yüksek olduğundan sayıları doğal olarak her yıl artacaktır. Binde 1.51 artışla milli varlığımızı ileriki yıllarda koruyabilmemiz mümkün değildir. Üstelik çoğu genç, eğitimli, nitelikli, tıp gibi bazı alanlarda uzman insanlarımız akın akın yurtdışına gidiyor. Beyin göçü artarak devam ederken bunun sebeplerini araştırıp çözüm bulmaya çalışmak gerine “giderlerse gitsinler" diyebiliyoruz. Genç nüfusumuzdan planlı, vizyoner, yönlendirici bir eğitim politikamız olmadığından yeterli derecede yararlanamadık; en önemli servetimiz olan beşeri sermayemizi dindar nesiller yetiştirme hayaliyle harcadık. Türkiye yüzyılı söylem olarak heyecan verici, ama bu hedefe hangi entelektüel kapasitemizle ulaşacağız? Bazı tarikat ve cemaat gruplarıyla iç içe olmayı tercih eden Milli Eğitim Bakanı ile bu ihtiyaç karşılanabilir mi?
Doğurganlık oranının yükseltilmesi yönünde bazı hazırlıkların yapıldığı, doğum sonrasında 4 ay olan ücretli izin hakkının bir yıla çıkarılacağı haberi doğruysa sevindiricidir, fakat yeterli değildir. Bu derece büyük bir soruna çözüm getirmek için daha kapsamlı adımların derhal atılması gerekiyor. Devletin parasız kreş ve anaokulu kapasitesi çok yetersizdir. Büyük şehir belediyeleriyle işbirliği yapılarak sayıları hızla artırılmalı, bakıcı eleman, öğretmen, sağlıkçı ve yönetici ihtiyacı belirlenerek karşılanması sağlanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her anneye kamuda çalışmayanlar dahil çocuk başına maaş bağlanmalıdır. Keza evlenenlere büyük şehirlerde, metropollerde kira yardımı yapılmalıdır. Devlet isterse gerekli kaynakları rahatlıkla bulabilir. Kamu kaynaklarının rasyonel kullanılması sağlanırsa milli ve İslami ahlak anlayışına aykırı olan tüketim ve israf çılgınlığı önlenirse bütün ihtiyaçlar rahatça sağlanır. Bu topraklardaki Türk Milli varlığını gelecek yüzyıla taşımak için bu sorunları gecikmeden çözmek zorundayız.