1980 yılına girilirken Türkiye’de on yıl kadar önce başlayan yönetim ve asayiş sorunları giderek derinleşiyor, çatışmalar anarşiye dönüşüyor, devletin varlığı bile giderek sorgulanır hale geliyordu. Aslında bu ortam 12 Mart muhtırası döneminde oluşmaya başlamıştı. Millî demokratik devrimci ideolojiler sadece üniversite gençliğiyle sınırlı kalmamış, illegal örgütler kanalıyla özellikle Hava ve Kara kuvvetlerine sızarak, dönemin komutanlarını da etkileyerek darbe yöntemiyle iktidara gelme aşamasına ulaşmıştı. 9 Mart 1971’de darbe yanlısı üst düzey askerlerin de katıldığı toplantıda iktidara el koyma konusu tartışılmıştı; fakat iki kuvvet komutanı Faruk Gürler ve Muhsin Batur uyarıldıklarından geriye çekildiler; böylelikle genişletilmiş bir toplantı kararı alındı. Radikal solcu militan gruplar bazı evlerde toplanmışlar, darbenin başlaması sırasında içerisinde yer almak üzere bekleşiyorlardı.
1.Ordu Komutanı Org. Faik Türün darbeye kesinlikle karşıydı. Onun, Gnl. Krm. Başkanı Memduh Tağmaç’ın, MİT Başkanı Fuat Doğu’nun direnmeleri sonucu solcular darbe yapamadılar. Felaket engellenmişti ama ordu içerisinde tansiyon yüksekti. Durumu yatıştırmak maksadıyla 12 Mart Muhtırası verildi. Demirel istifa etti. Nihat Erim’in başkanlığında çok sayıda ılımlı solcunun yer aldığı yeni bir hükûmet kuruldu.
Fakat Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ın başlarında olduğu illegal Marksist devrimci gruplar eylemlerini sürdürdüler; halkı ayaklandıracaklarına inanmışlardı. Hayalperestliklerinin bedelini çoğu canlarıyla ödediler. Sağ kalan yoldaşları cezaevinde fazla kalmadılar. 1974 Af Yasası’ndan yararlanarak tahliye edildiler. Onların da katılmalarıyla yeni devrimci sol örgütler kuruldu; okullarda ve mahallelerde örgütlenerek eylemlere başladılar. Ülkücüler, milliyetçiler, MHP’liler baş hedefleriydi.
Türkiye siyasetinde ve bürokrasisinde uzun süre ön plânda yer akan, bakanlık yapan Vecdi Gönül’ün kendisinden dinlemiştim; 1978’de Ecevit Başbakan olur, İçişleri Bakanlığı’na emekli Havacı Orgeneral İrfan Özaydınlı’yı getirir. Vecdi Gönül önceki hükûmette Emniyet Genel Müdürüdür. Göreve başlarken Vecdi Bey’den ülkücü ve solcu örgütlere ve eylemlerine ilişkin ellerinde ne kadar bilgi varsa tümünü getirmesini ister. Vecdi Bey az sonra bir yığın klasörü alarak gelir. Klasörlerden pek çoğu solcuların eylemlerini içermektedir. Bakan şaşırır ve “bu dengesizliğin sebebini açıkla bana” der. Gönül, sakin bir şekilde “ne bulduysak, kimler eylem yaptıysa ayrım yapmadan dosyaladık. Bu tablo ortaya çıktı”. Bakan kendinden emin tarzda şöyle der: “Yanlış düşünüyorsunuz, reel durum çok farklıdır. Solcular aslında eylem taraflısı değiller; ama ülkücülerin saldırıları karşısında kendilerini savunabilmek için eylem yapmak zorunda kalıyorlar. Ülkücüler durdurulursa, Ülkü Ocaklarının çekilmesi sağlanırsa solcuların eylemi kendiliğinden durur.”
Bir süre sonra Kahramanmaraş olayları patlak verdiğinde Özaydınlı ilk başta konuyu bu açıdan değerlendirdi ama yerinde inceleme yapınca olayların esas failinin solcular olduğunu anladı. Bu kanaatini Başbakan Ecevit’e de anlatınca üzeri çizildi ve istifaya mecbur kaldı. Ancak Marksist diyalektik düşünceden “tez -mülhem ( tez-antitez-sentez)” bakış tarzıyla olayların değerlendirilmesi sadece Özaydınlı’ya mahsus bir yanlış değildir; solcuların tamamı “bilimsel sosyalizm” saplantısıyla bu yanlışa saplandılar. Böylelikle solcu militanların yaptıkları insanlık dışı faaliyetleri kendilerince mazur görmüş oluyor, rahatlıyorlardı. Soyer‘in hezeyanları da bu anlayışın ürünüdür.
Darbe adeta ısmarlama elbise gibi birkaç yılda düzenlendi. Olaylar giderek tırmanırken emniyet, istihbarat savcılık vb devlet kurumları pasif kaldı. Sıkı Yönetim ilan edilmişti ama asker kenarda seyirci gibiydi. Derin devlet denilen ama adı konulmayan yapı sistematik tarzda bu gelişmeleri izliyor ve devreye gireceği zamanı kolluyordu. Darbeden bir yıl kadar önce Kenan Evren Org.Haydar Saltık’a hazırlık talimatı verdiğinde artık geri dönüşü olmayan bir süreç başlıyordu. Türkeş gidişatın farkındaydı ama Erbakan’ı ikna etmek mümkün değildi. Meclis aylarca cumhurbaşkanını seçemedi. 79’un Aralık ayında komutanlar muhtıra verirken muhataplarını belirtmemişlerdi ama “geliyoruz” dedikleri belliydi.
Darbeyi plânlayanların iki temel hedefi vardı 1) Fikirleri, görüşleri ve bütün organlarıyla Türkeş, MHP ve Ülkü Ocakları ile ülkücü Kuruluşlar; yani tamamen yasalara göre kurulup çalışan yasal kuruluşlar 2) Radikal solcu, silahlı, terör yöntemini benimseyip uygulatan illegal radikal solcu fraksiyonlar. Darbenin yargısal uygulaması görevi verilen Başsavcı Nurettin Soyer bu görevi seve seve üstlendi. Kendisine yardımcı olan aynı zihniyetteki bazı öğretim üyeleriyle birlikte bu hezeyanlarını okudu; 220 kişinin idamını istediği 985 sayfalık iddianame Türk Milliyetçiliği düşüncesine açık bir saldırıdır. Genel Başkan Türkeş, Soyer’in hezeyanlarına gereken cevabı verdi. O’nun ve Nevzat Kösoğlu’ nun ifadeleriyle bu dava daha en başında fikren ve hukuken çökertilmiştir. Türk milliyetçiliği düşüncesinin ve siyasi hareketin her yönüyle savunulduğu bu ifadeler mutlaka yeniden bastırılıp dağıtılmalıdır.
587 sanıkla başlayan MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası, darbe gecesinden başlayarak hazırlanışı, özellikle çoğu genç yaştaki ülkücülere yapılan muamelelerin, C-5 işkencehanesinin, cezaevi şartlarının, ifade ve savunmaların etraflı şekilde anlatıldığı “DAVANIN DAVASI” kitabının genişletilmiş ikinci baskısı ÖTÜKEN yayınları arasında inşallah önümüzdeki aylarda çıkacaktır. Hangi siyasi görüşten olursa olsun her Türk aydını yakın tarihimizin en önemli olayının anlatıldığı bu kitabı mutlaka edinmeli, okumalıdır. Bu yazıyı daha fazla uzatmamak için dava sürecine girmiyorum. Sonuçları üzerinde de şimdilik durmuyorum. Kısmet olursa ilerde bazı ilginç anektodlara da yer vererek yargılamadan ve sonuçlarından bahsedilirim.