7 Ekim Cumartesi gecesi Orta Doğu’da bir “ilk“ yaşandı; resmen kurulduğu 1948’den beri 75 yıldır Araplara sürekli “dayak“ atan, BM’in çok sayıda kararını umursamadan Filistin’in tamamına yakınına zorbalıkla el koyan, Filistinlilerin hak ve hukukunu tanımayıp ezmeye çalışan İsrail, Hamas’ın çok ustaca baskınını engelleyemedi, derin bir şok yaşadı. Binden fazla İsraillinin hayatını kaybetmesi, üç bine yakın yaralı, iki yüze yakın askerinin ve vatandaşının rehine olarak Gazze’ye götürülmeleri bu savaşın sonucu ve seyri ne olursa olsun, en azından şimdilik İsrail için unutması imkansız bir yenilgi anlamına geliyor.
Gazze 41 km uzunluğu, 5-10 km kadar derinliği bulunan 2.3 milyon Filistinlinin İsrail’in ağır ambargosu altında büyük sıkıntılar ve yoksulluk içinde yaşadığı, İsrail’in sık sık düzenlediği saldırılarda çok sayıda can kayıplarının yaşandığı ufak bir toprak parçası. Burası çöl olduğundan İsrail kuruluncaya kadar 17 bin kişinin yaşadığı bir kasabaydı. Ancak evlerinden kovulan ve gidecekleri başka yerleri olmayan Filistinliler buraya sığınmak zorunda kaldıklarından nüfus hızla arttı. Hamas 1987’de Müslüman Kardeşler yanlıları tarafından “İslami Direniş Hareketi“ adıyla Filistin Kurtuluş Örgütüne tepki olarak kuruldu. İki örgüt arasındaki rekabet 2007 yılında silahlı çatışmaya dönüştü; mücadeleyi kazanan Hamas Gazze’nin yönetimini eline aldı. Arap devletleri Hamas’ı Müslüman Kardeşlere yakınlığı sebebiyle “sakıncalı ve tehlikeli“ olarak gördüler. İsrail’in yaptıklarına duyarsız kaldılar. Hatta Mısır yıllardır Gazze kapısını sıkı şekilde kontrolünde tutarak bir tür ambargo uyguluyor. Gazze halkının yüzde sekseni uluslararası yardım kuruluşları ve BM’den gelen insani yardımlara muhtaç durumda.
İsrail Başbakanı Netanyahu hakkındaki yolsuzluk soruşturmaları henüz tamamlanmadı. Anayasa Mahkemesinin yetkilerini kısıtlamasına karşı yüzbinlerce İsrailli aylardır protesto gösteri düzenliyor. Buna rağmen zorlukla da olsa iktidarını sürdürüyor. Çünkü onun şiddete dayalı fanatik yapısını destekleyen grupların yani Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcilerin, aşırı sağcı Ortodoks Yahudi partilerinin ve Siyonistlerin görüşleriyle örtüşüyor. Netanyahu ve taraftarı kesimler İsrail’in dilediğini yapacak derecede güçlü, Filistinlilerin ve Arapların ise kaybetmeye mahkum olduklarından kuşku duymuyorlar.
Netanyahu bütün siyasi uzlaşma kapılarını peşinen kapatmış bulunuyor. Oysa yakın geçmişte Başbakan İzak Rabin ile Şimon Perez ve Hertzog gibi makul düşünen İsrail yöneticileri Yaser Arafat ile 1995’te Oslo’da siyasi çözüm üzerinde anlaşmışlardı. Arafat ve Rabin’e bundan dolayı Nobel Barış Ödülü verilmişti. Bölgede sınırları belirlenen bir Filistin Devleti kurulacak, Filistinliler İsrail’in varlığını tanıyacaklardı. Fakat Rabin’in fanatik bir Yahudi tarafından öldürülmesi sonucu anlaşma yürürlüğe konulmadı. İsrail şiddete dayalı politikasını ısrarla sürdürüyor.
Muhalefetteki siyasi partilerden Komünist Partisi’nin sözcüsü dün bir gazeteciye görüşlerini açıklarken hükümetin politikasını şiddetle eleştiriyor, şöyle diyor: “Filistinlilere yapılanlar etnik temizliktir, katliam ve soykırımdır. Filistin topraklarını sömürgeleştirmek için bir ana plan yapıldığı çok açık. Netanyahu hükümetinin ve yerleşimcilerin uygulamalarının bir patlamaya yol açacağı açıktı. Ama belirtmeliyim ki bu patlamanın ölçeğinin bu derece büyük olmasını beklemiyordu.”
Hamas’ın yaptığı “şok baskın”ın planlanması, hazırlanması, özellikle dünyanın en usta istihbarat örgütleri kabul edilen MOSSAD ve CIA‘nın bunlardan haberdar olmamaları ve hazırladığı planların uygulanması olağanüstü başarılıdır. Fakat bu kadar ustalıkla yapılan operasyonda çöldeki bir Kibutz‘da eğlenen gençlik grubunun da hedef alınması, iki yüzden fazla sivilin katledilmesi, öldürülenlerden bir genç kadının cesedinin soyulduktan sonra bir aracın arkasına bağlanıp sürüklenmesi harekatın meşruiyetini gölgelemiştir. İsrail’i her zaman her konuda destekleyen ABD ve Batılı ülkelerin Netanyahu’nun, Gazze’yi yaşanamaz hale getirmeye yönelik savaş hukukuyla bağdaşmayan insanlık dışı korkunç bombardımanlarına suskun kalmalarına, İsrail’i mazur görmelerine gerekçe oluyor.
Filistin’ in ve Kudüs’ün tamamının yanı sıra Fırat ve Nil’e kadar uzanan bütün bölgenin İsrail’in “kutsal hakkı“ olduğuna inanan Netanyahu ve fanatik yandaşı gruplar, bu çatışmayı ne kadar şiddetlendirirler, nereye götürürler? 7 Ekim’de ağır bir yenilgiye uğrayan istihbarat ve ordu kesimi zedelenen itibarlarını onarmak maksadıyla intikamcı girişimlere yönelirler mi? Kara harekatı yapılacak mı? Bu tarz sorular şu sırada cevapsız kalıyor.
Türkiye 7 Ekim‘den bu yana doğru bir tavır aldı; meselenin çatışarak değil, Filistinlilerin haklarının tanınarak siyasi yollardan çözülebileceğini belirten açıklamalar ve itidal çağrıları yapıldı. İleriki günlerde de bu üslup sürdürülmelidir. Yarınki Cuma günü camilerde bazı grupların ve cami görevlilerinin muhtemelen duygusal gösterileri olabilir; bunun meydanlara taşınarak kışkırtıcı aşamaya getirilmesine izin verilmemelidir. MEB Başkan Yardımcısı sıfatını taşıyan birinin sayfasında Netanyahu’ya “gebersin“ demesi gibi makamın ciddiyetiyle bağdaşmayan çıkışlar yapılmamalıdır. On yıl kadar önce İslamcı çevrelerin Gazze ambargosunu deleceğiz diyerek yol açtıkları Mavi Marmara olayı gibi devlet terbiyesine aykırı davranışların dış politikamızı olumsuz etkilediğini biliyoruz, C. Başkanı Mursi’ye darbe yapıp yerine geçen Sisi’ye tavrımızın, İhvan mensuplarının İstanbul’daki faaliyetlerine izin vermemizin bize zarar verdiğini on yıl sonra görebildik. Filistin meselesinde ve Mescid’i Aksa konusunda dilediğimiz gibi bir çözüm ancak uluslararası düzeyde kurulacak ittifakla sağlanabilir. İslamcı çevrenlerin dış politikamızı etkilemeye yönelik girişimleri kesinlikle önlenmeli, bu konuda da doğru tarzın “rasyonellik“ olduğunu bilerek hareket etmeliyiz.