Son sözümü hemen baştan söyleyeyim; bu işler size göre değil…
Sizin hemen yarından itibaren yapacağınız tek şey var… İstifa etmek ve palas pandıras gidip bir Ege kasabasına yerleşmek…
Kalan ömrünüzde de kasabanın akranınız olan emeklileri ile şu bir yıllık Genel Başkanlık maceranızın acı, tatlı anılarını paylaşmak, bunun geyiğini yapmak…
Size anayasa referandumunun hemen ardından bir yazı yazmıştım.
Ya Ege’nin bir kıyı kasabasına gidip huzurlu bir emeklilik yaşayın, ya da daha derli toplu siyaset yapın, önerisinde bulunmuştum.
Şimdi benim yazacaklarıma girmeden önce şu aşağıdaki yorumları bir okuyun. Bu yorumlar gençliğin nabzının attığı sosyal medya platformlarından alınmadır.
Hani, küme düşmemiş Çorumspor’u küme düşürtüp; “ Çorumspor’u küme düşürenler bu ülkeyi yönetebilir mi?” gibi bir soru ile Çorum konuşmanıza başlamıştınız ya, işte o soru üzerine, Türkiye’nin cümle bitirimlerinin, keratalarının, serserilerinin, süper zekalarının bir araya geldiği sözlüklerde yazılan yorumlar bunlar…
bir kemal kılıçdaroğlu beyanatı.. yorum dahi yapmaya gerek duymuyorum..
küme düşmemiş çorumspor'a küme düşürten kemal abi beyanatı. gelen uyarılar üzerine söyledikleri ise tam çarkçı kemal örneği. büyüksün.
çorumspor teknik direktörü ve yönetiminin iktidara gelmemesi gerekliliğine vurgu yapan bir soru cümlesi.
çok fantastik olmuş bu, tebrik ediyorum kemal kılıçdaroğlu'nu.
ankaragücü'nü birinci lig'e çıkartan cunta komutanına özenmiş kemal beyanatı.
ana muhalefet liderini küme düşürtecek gaflardan biridir. muhalefet gibi keyifli ve kolay bir şeyi bile beceremeyen, ssk'yı hakkıyla yönetemeyen bir adam ana muhalefet lideri olabiliyorsa, çorum'un teknik direktörü ya da kulüp başkanı (başbakana bağlayamadım herhalde çorumspor yöneticilerini kastediyor) niçin ülkeyi yönetmesin? en azından ana muhalefet lideri olabilecek yeterlilikte olduğuna eminim.
(bkz: lefter'in çok iyi bir kaleci olması)
ölçüsüz sallamanın hazin sonucudur.
anayasada kayısı üreticileri için madde arayan adamdan beklenmeyecek bir soru değil. bu siyaset anlayışı çorumspordan da medet umar buz hokeyi milli takımından da.
binlerce kişinin izlediği devlet kanalında bucaspor'un 2. ligde oynadığını sanan başbakanı görünce çok da büyük bir gaf gibi durmayan beyanat.
futbol kulüplerinin iktidar partisi tarafından yönetildiğini sanan kılıçdaroğlu söylemi.
nasil daha fazla oy koparabilirim mantigiyla soylenen sozdur..
kılıçdaroğlununda anlayamadığı bir sözdür.
Bu yorumların anlamı nedir? Siz nasıl okuyorsunuz, bilemem, ama benim okumam şu…
Bizimle kafa buluyorsunuz, bizi hafife alıyorsunuz… Dersinizi çalışmadan karşımıza geliyorsunuz, diyor gençler…
Sayısız gaflarınız var daha… Ama burada tekrarlamaya gerek yok.
Kemal Bey,
2011 ve sonrasının Dünyasında siz Türkiye’nin lideri olabilmenin yanından yöresinden geçecek bir siyasetçi değilsiniz… Yapamazsınız… Kabul edin…
Bu işler ‘ onun kimyasını bozdum… dişlerini sökeceğim… çık karşıma… haramiler… havuzlu villa…’ edebiyatı ile olmaz.
Ankara’da bile kalmayın. Hemen yarın verin istifanızı, birkaç gün içinde de taşının bahsettiğim gibi bir Ege kasabasına…
Ömrünüz uzar.
Belki okudunuz, belki okuyamadınız… Ben yine de o yazılarımı ekleyeyim buraya, yorum sizin…
İşte bundan 9 ay önce yazmış olduğum yazı…
Ey okurlar…
Bakın, bu yazı bir siyasi mevziden yazılmamıştır. Tamamen insani bir yaklaşımın sonucudur. Kelimeler de önyargılı bir eleştiri yaylım ateşinin mermileri değildir.
Bu yazıyı kaleme alanın hayatında, ne biat edecek liderler, ne de, saldırarak üzerinden prim yapacağı rakipler yoktur.
Demem o ki, bu yazıda bir insan, bir başka insanı yazmıştır.
Ahbaplarla bir aradayken fıkralar anlatan, seven, kızan, üzülen, aşık olabilen, geleceğini merak eden, yemek yiyen, terleyen, uykusu gelen, yorulan, romatizması azan, midesi ekşidiğinde soda içen, beli ağrıyan, tuttuğu takım yenildiğinde ‘tüh ulan’ diyebilen…
Tam da bu özelliği ile, Türkiye’nin sıradan, kendi halindeki insanlarına; “ Yahu bu adam da aynen bizim gibi birisi.” dedirtebilen bir insanı.
Hepsi bu.
Şimdi gelelim, ‘ben Kılıçdaroğlu olsaydım’ varsayımına…
“Kırk yıl çalıştım. Bunun son sekiz yılında TBMM’de görev yaptım. Bir yıldır evime, eşime, çocuklarıma ve kendime ayırabildiğim bir tek gün yok.”
“Her saniyem toplumun gözetiminde… Medya her attığım adımı izliyor, bundan kendince bir anlam çıkarıyor, kamuoyuna iletiyor…”
“ Aylardır yollardayım. Bu nasıl bir ekiptir ki Genel Başkanlarının oy kullanması işini bile organize edemiyor, beni bu kadar zor durumda bırakıyor, mahcup ediyor.”
“Bütün bunlara değer mi?”
“63 yaşındayım. Ege’nin zeytinyağı kokan bir kasabasında keyifli bir son çeyrek yaşama fırsatını bir tarafa itip, yola devam etmeye değer mi?”
Kararım ‘ her şeye rağmen evet, değer’ ise…
Birkaç soru sorardım kendime;
“Bu süreçte bana gerçekten gerek var mı?”
“Ya da, ben hangi özelliklerimle Türkiye’ye yararlı olabilirim? Türkiye’nin benden beklentileri nedir ve ben bunları sağlayacak birikime, vizyona sahip miyim?”
“Misyonum ne olmalıdır?”
“Giderek kentlileşen, gençleşen, arayış içindeki yeni Türkiye’yi geleceğe taşımak, dönüştürmek ve böyle bir sürecin parçası olmak mı?”
“Statükoyu aynen sürdürmek mi?”
“Gözüm ve kulağım, 70-80 yaşına gelmiş, Dünya’ya hala dünün perspektifi ile bakan, değişimden korkanlara mı dönük olmalı, hızla dünyayı kaplayan yeni nesle mi?”
Çağları biçimlendiren ekonomi penceresinden sorardım
“Bir şirketim var. Başında da geçen yüzyılın yöntemleri ile iş yapmaya çalışan, yerinden kıpırdamayan bir Yönetim Kurulu.”
“Her dönemde şirketi zarar ettiriyor, potansiyelini heba ediyor, bilgisayar kullanmayı bile bilmiyor, teknolojiye öcü gibi bakıyor.”
“ Kullandıkları dil bile geçen yüzyılın. Cümlelerdeki virgüle bile dokunmuyorlar.”
Bu Yönetim Kuruluna ne yapardım?
Sonra kendime sorardım;
‘Nerede hata yaptım?’
Kemal Kılıçdaroğlu’nu doğru tanıtmak?
Ekip?
Strateji?
İletişim?
Türkiye’yi doğru okumak?
Halkın beklentilerini doğru anlamak?
Çözüm?
Bu soruların cevabını medyadan, çevremden, derinlerden değil, kendi vicdanımdan beklerdim. Zira, kendime vereceğim cevaplar her zaman en doğrusudur.
Bir soru daha sorardım;
‘ Biz hatamızı kabul etmekte neden bu kadar zorlanıyoruz?’
Ya da,
‘Neden, her sorun çıktığında, içimize bakmak yerine dışarıdan bir günah keçisi arıyoruz?’
Dahası,
Neden yıllardır kireçleşmiş bir cümleye sığınıyoruz; “ bu halk bizi neden anlamıyor?”
Dahası, ‘bidon kafalı’ diye aşağılanmasına engel olmadığımız halka, bir sonraki seçimde hangi yüzle oy istemeye gidiyoruz?
Ve biz ne zaman daha doğru bir arayışı işaret eden “ biz kendimizi bu halka neden anlatamıyoruz?” sorusunu sormaya başlayacağız?
Hatta, “ halka doğru mesajları verdiğimizden emin miyiz?”
Bu sorulara, duymaktan hoşlanacağım cevapları değil, duymam gerekenleri verir…
Masaya yumruğumu vurur…
Sabah ortalık ışıyınca derhal parti merkezine giderdim…
Türkiye’nin her noktasına ulaşacak bir basın açıklaması yapmak üzere, bütün gazeteleri, televizyonları, internet medyasını davet ederdim.
Söyleyeceklerimi, bir iktidar koşusunun start işareti olarak vurgulardım. Net, cesur, içeriği anlaşılır ve hedefi işaret eden bir konuşma…
Önce bütün Türkiye’den özür dilerdim.
Yüreğime yük olmuş ne varsa hepsini temizlemek adına bütün Türkiye’den özür dilerdim.
Bir dahaki yazıda, CHP’nin adına Kemal Kılıçdaroğlu tarafından dile getirilmesi gereken kapsamlı bir özrün kimlerden dilenmesi gerektiğini yazacağız.
İster darılın, ister kızın…
Ben pazarlama biliminde hatırı sayılır çalışmalar yapan bir düşünce insanıyım. Bilim söz konusu olduğunda doğru birdir.
Bundan sonraki bölüm bazı dostların canını sıkabilir. Gururlarını okşayacak şeyler yazmak isterdim. Ama dost acı yazar. Kusura bakmayın.
Ne ben Pamuk Prenses Masalı’ndaki sihirli aynayım… Ne sizler o masaldaki Üvey Annesiniz... Ne de Türkiye o masaldaki hayal ülkesi…
Ben Kılıçdaroğlu olsaydım II
İlk özrü fındık ve kayısı üreticilerine yollardım.
Sorunlarının çözüm yeri olarak Anayasa’yı göstermek gibi bir tuhaflık yaptığım ve onların politik bilinçlerini bu kadar hafife aldığım için.
İkinci özrü, AB’nin, Türkiye’deki referandum hakkında yorum yapan ve benden okkalı bir ‘rüşvet aldılar’ zılgıtı yiyen sözcülerine yollardım.
Bu kadar basit bir suçlamayı seslendirdiğim için. Koca kıtaya yayılmış Avrupa Birliği gibi bir yapının görevlilerinin, kanaatlerini bir limuzin transferi ile bir de hediye çantaya değiştirebileceklerini iddia ettiğim için.
Bir özür borcum da Mersin’li çiftçi ve annesine var. Ondan da özür dilerdim. Çünkü o ziyaret çok amatör bir pr çalışmasından başka bir şey olmadı. Yapay kaçtı. O aileyi, iktidar partisi ile sürdürdüğüm kavganın senaryosuna dahil etmek, doğru bir mesaj değildi. Hele bir de medyaya haber verilmesi işin kurgu boyutunu ayyuka çıkardı.
Partili, partisiz, inançlı, inançsız, evet oyu kullanmış, hayır demiş, muhafazakar, Alevi, Türk, Kürt, Hrant Dink’in ailesi, Malatya Zirve Yayınevi’nde katledilenlerin aileleri, Rahip Santoro’nun ailesi, Trakya, Ege, Doğu, Güneydoğu, Karadeniz, Akdeniz, Orta Anadolu…
Hepsine bir özür iletirdim. Havuzdan, villadan, boydan, soydan, fındıktan, kayısıdan, pergelden, kafatasından fırsat bulup, onları anlatmadığım, onlara mesaj veremediğim için
780 bin kilometre kare ülke toprağı üzerindeki herkesin sesi, soluğu olmak iddiası ile yola çıkmama karşın, Güneydoğu’daki şiddet sarmalının kurbanı Kürt gençlerinden hiç bahsetmediğim için onların analarından da özür dilerdim.
O gencecik delikanlıları dağa çıkaran sürece engel olamadığımız, bugüne kadar tek bir çözüm üretemediğimiz için CHP adına özür dilerdim.
İşçiler, memurlar, işadamları, işsizler…
Bütün ezilenlere sahip çıktığımı haykırmama karşın görmezden geldiğim, sorunlarına değinmeyi atladığım farklı cinsel tercihi olanlar…
70 vilayette yaptığım konuşmalara, başından sonuna kadar sadece onları, onların beklentilerini, anayasa değişikliği hakkında merak ettiklerini yerleştirmediğim için.
Bana, Gandhi gibi gurur verici bir lakap hediye edilen kurultaydaki Kemal Kılıçdaroğlu’nu orada bırakıp, 1970-2000 arasının siyasetçilerine dönüşmemi engelleyemediğim için…
Gandhi’nin ağzına bile almadığı agresif kavramları mitinglerimize gelenlere ve oradan da medya vasıtası ile yetmiş milyona dinlettiğim için.
Ben bir oy için herkesin ayağına gidip konuşurken, bana oy vermemiş, ama doğru mesajlarla gittiğimde mutlaka kazanacağım insanların da olduğu yirmi iki milyon insana aptal diyenler adına da özür dilerdim.
Özrün ardından bir şeffaflık seferi başlatırdım.
Nasıl mı?
Kimliğimi, korkmadan, çekinmeden bütün Türkiye ile paylaşırdım.
Eğer Dersim’li, Kürt, Alevi Kemal Kılıçdaroğlu isem, çıkar;
“Sevgili Yurttaşlarım, ben Dersim’li, Kürt ve Alevi Kemal Kılıçdaroğlu’yum. Ama bu kimliğim siyasi yürüyüşümü etkileyen bir etmen değildir. Ben Türk, Kürt, Sünni, Alevi, İnanan, İnanmayan, Kentli, Köylü, Roman, bu sınırların içinde yaşayan herkesin derdine derman aramak için yola çıkıyorum. Peşime düşmeyin, yanıma gelin…”
Bu Ülkenin insanları, birbirlerini etnik, dini, yaşam biçimi üzerinden yargılama ayıbına hiçbir zaman ortak olmadılar.
Yeter ki kaostan beslenen birileri aralarına girip onlardan birbirlerine karşı düşman yaratmak için provokasyonlar yapmasın.
Ardından, CHP Genel Başkanı olduğum kongrenin öncesinden başlayarak bugüne kadar yaşadığım her şeyi paylaşırdım Türkiye ile…
Ama her şeyi… Eksiksiz her şeyi…
Özellikle de, oy kullanmak gibi en kutsal yurttaşlık görevimi yerine getiremememin arka planını, yapılanları, yapılmayanları anlatırdım halka.
‘İnceldiği yerden kopsun’ deli yürekliliği ile, tek bir detay kalmamacasına her şeyi anlatırdım. Neler olduğunu, neler olmadığını… Her şeyi.
Bizim insanımızın en belirgin özelliğidir; cesareti ve açık sözlülüğü ödüllendirir. İşte tam da bu nedenle, tam da bu anda, zihinlerindeki ‘acaba?’ sorusu, çok kesin bir biçimde yerini bir ikinci şans verme düşüncesine bırakır.
Ve derhal kurultay çağrısında bulunurdum. Hemen… Mümkünse yarın.
Türkiye’yi bir uçtan diğerine gezerken, yüreği yüreğime dokunan, elleri halka değen, insanların dost ve güven dolu bakışlarını üzerine çeken ekip arkadaşlarımı yanıma alır, geri kalan herkese ‘ buraya kadar bayanlar, baylar’ derdim.
Özellikle de bir sanatçıya ‘sazan’ diyene…
Yetmez gibi bir de ‘ serçelikten devekuşluğuna yükselmiş…” diyene.
‘ Buraya kadar!’
‘Bu parti iktidar olmak için kaç nesil bekleyecek? Ya da olacak mı? Bize oy vermemiş herkese sazan, devekuşu, bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam, cahil, aptal diyerek karşımıza alıyoruz. Bu hakkı kim verdi bize?
‘Bizi iktidar yapacak fazladan oylar uzaydan mı gelecek?’
‘İktidar olacaksak, yeni yüzler, yeni bir enerji, yeni sözler, yeni beyinler gerekiyor.’
“Ben halktan bu konuda vekalet aldım, bu kurultayda da vekaletin gereğini yerine getiriyorum. Zira, parti ne benim, ne sizin… Sadece halkın. Onun emrini yerine getirmez isem, benim başkanlığımın bir anlamı kalmaz.”
Ya siz…
Ya ben…
Bunların hiç birini yapmadığınız gibi, bir de koskoca CHP’nin aday listelerine sol ve sosyal demokrasi ile alakası olmayan insanları doldurdunuz.
Partiyi emekli bir sağ liderin dümen suyuna soktunuz…
Geçmiş olsun Kemal Bey…
Birileri sizin altınızı oymadan ve zulada bekleyen lider adayı için tezgahlara girişmeden siz basın istifayı, yıkın köprüleri, gidin…
Sizden olsa olsa Ege’nin ve Akdeniz’in her kasabasında bolca gördüğümüz mütekait Ankara emeklisi olur. Bir sitede yaşarsınız. Ola ki yönetici olursunuz. Alıştığınız bürokrat tarzınızı o şekilde sürdürürsünüz…