DÜŞ-ünü-YORUM

Bölgesel Özerklik (I)

Yasak çekicidir.

 

Yasaklanan konu, patlamaya hazır bir volkandaki lav gibidir. Orta yerde konuşulmaz ise, kaynar, bir zayıf nokta bulduğunda da karşı konulması zor bir akış ile değdiği her yeri, her şeyi kavurarak yakar, geçer.

 

Yasak, mutlaka kabul göreceği zihinler bulur. Yasak, bilmeyen, araştırmayan, kışkırtılmaya hazır kitlelerin afyonudur. Bu afyonu çeken ve kitle psikolojisine esir olmuş kalabalıkların nerede duracağını asla kestiremezsiniz.

 

Çağdaş toplum, her soruya cevabı olan, cevapsız kaldığı anda konuyu sosyal platformlara taşımaktan korkmayan şeffaf bir yaşam ortaklığıdır.

 

Konuşmaya başladığınız zaman, konu sizin avucunuzdadır, başını ve sonunu bilirsiniz, süreci kontrol edersiniz. Açığa vurduğunuz konu toplumun iradesinden, hassasiyetlerinden etkilenir, herkes aklındakini döker, bir sonuca varılır.

 

Konuşmak, çözümden yana olmak demektir. Muhatap, dışlanmadığını, önemsendiğini, ciddiye alındığını duyumsar, güven ortamı oluşur.

 

Konuşmanın alternatifi kavgadır. Savaştır. Kandır. Gözyaşıdır. Yoksulluktur.

 

Bölgesel Özerklik

 

İlk duyduğumda, genlerime işlemiş millici algı hemen tepki refleksimi tetikledi. Bir an bölünme paranoyam depreşti. Vatanın küçülmesi düşüncesi yüz yıllık miras olan korkularımı büyüttü. Panikledim. Zira ben Türk Milletinin bir ferdi olarak bu 780 bin kilometre kare alanın sahibi idim.

 

Hayat karşısındaki pozisyonunu İNSAN’a göre belirleyen ben bile hemen ulusal egomun, büyüklük kompleksimin esiri oluverdim.

 

Yaşamı değil, yaşatmamayı kutsayan millici damarım kabardı, gözümün önündeki her yer, her şey, herkes ‘ Ya bizden, ya düşman’  ikilemine sıkıştı.

 

Bir an sonra kendime geldim. Biliyordum ki, genlerimi havada savuran rüzgar biraz daha hızlı ya da yavaş esmiş olsa, muhtemelen çok farklı bir coğrafyada ve çok farklı bir aidiyet ile Dünyaya gelecektim.

 

Sonra düşündüm. Ama sadece 2010 penceresinden değil, geçmişe doğru, gidebildiğim kadar geriye bakarak düşündüm. 50 yıllık ömrümde bana mutlak doğru olarak dayatılan bütün masallardan, yalanlardan arındım, düşündüm.

 

Milattan 600.000 yıl önce insanoğlu ayaklarının üzerinde, Karain, Yarımburgaz gibi yerlerde hayata ve tarihe tutunmuş. O atalarımız doğaya, vahşi hayvanlara karşı kavgayı kazanamasalardı, bugünün modern insanı olur muydu acaba?

 

600.000 yıl önceden bu güne binlerce topluluk, uygarlık, imparatorluk geldi, hüküm sürdü ve süresini dolduran tarihten çekildi.

 

Bu toplulukların ve uygarlıkların hepsi de bu coğrafyayı ebedi olarak kendilerine ait sandılar. Bu algıya biat edip savaştılar, insanlar birbirlerini çocuk, kadın, yaşlı demeden kırdı, kılıçtan geçirdi, bombaladı, kurşunladı.

 

Hangisi kaldı?

 

Biz bu tarihi sürecin neresindeyiz? Biz bu toplulukların hangisinin mirasçısıyız? Hangisi adına bu toprakların sadece bize ait olduğunu iddia edeceğiz? Biz, bugünkü ulus tanımıyla kaç on, yüz yıl bu coğrafyayı domine edeceğiz?

 

Kaç yüz yıl daha bizim dilimiz, bizim dinimiz, bizim sistemimiz, bizim düşüncemiz bu coğrafyaya yön verecek?

 

Hadi, şeytanın avukatlığına devam; kaçınız bu kronolojinin içinden Orta Asya orijinine ait olduğunu kesinlikle kanıtlayabilir, bunu iddia edebilir? Hadi kanıtladınız; Orta Asya orijinli olmak Afrika, Amerika, Avrupa orijinli olmaya göre nasıl bir üstünlüktür? Ya da dosdoğru soralım, ne fark eder?

 

Biraz daha eşelim; yahu siz ana karnına düşmeden önce, yeryüzünün bütün coğrafyalarında ve ulusları içinde bir araştırma yapıp, sonra kendi iradenizle Anadolu’da Türk olarak doğmayı mı sipariş ettiniz?

 

Nereden nereye geldik?

 

Tarih tam da böyle hınzır bir disiplin işte… Kabul görmüş verilerden yola çıkarsınız, bir belge ortaya çıkar, sil baştan yapmak zorunda kalırsınız. Milyonlarca yıllık verileri bir yerlerde saklayan beyninizi bir hücreden yakalayıp, en kerata soruları sorduruverir.

 

Aslında bu yazıda bölgesel özerklikten bahsedecektim. Türkiye’nin dışındaki küresel güçlerin dayattığı çözümsüzlük seçeneklerine karşı, sağdan, soldan Türk, Kürt okura ‘ konuşalım’ diyecektim.

 

“Kişisel nefretler birikir, toplumsal cinnete dönüşür, Dünyayı hala savaşlara boğmak isteyen çağdışı savaş endüstrisinin hammaddesini oluşturur.” diyecektim.

 

“Konuşmanın yanılmaz çözüm gücünü savaş lobilerinin, silah tüccarlarının, Atlantik ötesindeki küresel toplum mühendislerinin yüzüne Anadolu ve Mezopotamya halklarından bir tokat gibi patlatalım.” diyecektim.

 

“ Çekler ve Slovaklar bir gün oturdular, ‘ yahu kardeşim, zevklerimiz ve renklerimiz uyuşmuyor, bu beraberlik tatsızlaştı.’ dediler, dost kaldılar ve ayrıldılar. Gelin bunu da bir inceleyelim.” diyecektim.

 

Zaten, birlikte devam mı, tamam mı sorusunun cevabını her iki muhatabın da özgürce, korkmadan verebileceği bir konuşma yapmıyor isek…

 

Birlikte yaşamayı dayakla, yasaklarla, yıkarak, kırarak dayatıyorsak, geçmiş olsun. O sistem çürümüş, süresini doldurmuş demektir.

 

Kaldı ki, o dayağa, yıkmaya insanlığın seyirci kaldığı dönemler de çok geride kaldı. Bir gün bir bakmışız mahallenin nobran kabadayısı gibi tokadı indirmek üzere kaldırdığımız elimize, insanlığın ortak vicdanından bir başka el yapışıverir.

 

Çok uzadı.

 

İzninizle, bir sonraki yazı için dersimi çalışayım.

Yayın Tarihi
15.08.2010
Bu makale 4630 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!