Bundan sonraki bölüm bazı dostların canını sıkabilir. Gururlarını okşayacak şeyler yazmak isterdim. Ama dost acı yazar. Kusura bakmayın.
Ne ben Pamuk Prenses Masalı’ndaki sihirli aynayım… Ne sizler o masaldaki Üvey Annesiniz... Ne de Türkiye o masaldaki hayal ülkesi…
Ben Kılıçdaroğlu olsaydım II
İlk özrü fındık ve kayısı üreticilerine yollardım.
Sorunlarının çözüm yeri olarak Anayasa’yı göstermek gibi bir tuhaflık yaptığım ve onların politik bilinçlerini bu kadar hafife aldığım için.
İkinci özrü, AB’nin, Türkiye’deki referandum hakkında yorum yapan ve benden okkalı bir ‘rüşvet aldılar’ zılgıtı yiyen sözcülerine yollardım.
Bu kadar basit bir suçlamayı seslendirdiğim için. Koca kıtaya yayılmış Avrupa Birliği gibi bir yapının görevlilerinin, kanaatlerini bir limuzin transferi ile bir de hediye çantaya değiştirebileceklerini iddia ettiğim için.
Bir özür borcum da Mersin’li çiftçi ve annesine var. Ondan da özür dilerdim. Çünkü o ziyaret çok amatör bir pr çalışmasından başka bir şey olmadı. Yapay kaçtı. O aileyi, iktidar partisi ile sürdürdüğüm kavganın senaryosuna dahil etmek, doğru bir mesaj değildi. Hele bir de medyaya haber verilmesi işin kurgu boyutunu ayyuka çıkardı.
Partili, partisiz, inançlı, inançsız, evet oyu kullanmış, hayır demiş, muhafazakar, Alevi, Türk, Kürt, Hrant Dink’in ailesi, Malatya Zirve Yayınevi’nde katledilenlerin aileleri, Rahip Santoro’nun ailesi, Trakya, Ege, Doğu, Güneydoğu, Karadeniz, Akdeniz, Orta Anadolu…
Hepsine bir özür iletirdim. Havuzdan, villadan, boydan, soydan, fındıktan, kayısıdan, pergelden, kafatasından fırsat bulup, onları anlatmadığım, onlara mesaj veremediğim için
780 bin kilometre kare ülke toprağı üzerindeki herkesin sesi, soluğu olmak iddiası ile yola çıkmama karşın, Güneydoğu’daki şiddet sarmalının kurbanı Kürt gençlerinden hiç bahsetmediğim için onların analarından da özür dilerdim.
O gencecik delikanlıları dağa çıkaran sürece engel olamadığımız, bugüne kadar tek bir çözüm üretemediğimiz için CHP adına özür dilerdim.
İşçiler, memurlar, işadamları, işsizler…
Bütün ezilenlere sahip çıktığımı haykırmama karşın görmezden geldiğim, sorunlarına değinmeyi atladığım farklı cinsel tercihi olanlar…
70 vilayette yaptığım konuşmalara, başından sonuna kadar sadece onları, onların beklentilerini, anayasa değişikliği hakkında merak ettiklerini yerleştirmediğim için.
Bana, Gandhi gibi gurur verici bir lakap hediye edilen kurultaydaki Kemal Kılıçdaroğlu’nu orada bırakıp, 1970-2000 arasının siyasetçilerine dönüşmemi engelleyemediğim için…
Gandhi’nin ağzına bile almadığı agresif kavramları mitinglerimize gelenlere ve oradan da medya vasıtası ile yetmiş milyona dinlettiğim için.
Ben bir oy için herkesin ayağına gidip konuşurken, bana oy vermemiş, ama doğru mesajlarla gittiğimde mutlaka kazanacağım insanların da olduğu yirmi iki milyon insana aptal diyenler adına da özür dilerdim.
Özrün ardından bir şeffaflık seferi başlatırdım.
Nasıl mı?
Kimliğimi, korkmadan, çekinmeden bütün Türkiye ile paylaşırdım.
Eğer Dersim’li, Kürt, Alevi Kemal Kılıçdaroğlu isem, çıkar;
“Sevgili Yurttaşlarım, ben Dersim’li, Kürt ve Alevi Kemal Kılıçdaroğlu’yum. Ama bu kimliğim siyasi yürüyüşümü etkileyen bir etmen değildir. Ben Türk, Kürt, Sünni, Alevi, İnanan, İnanmayan, Kentli, Köylü, Roman, bu sınırların içinde yaşayan herkesin derdine derman aramak için yola çıkıyorum. Peşime düşmeyin, yanıma gelin…”
Bu Ülkenin insanları, birbirlerini etnik, dini, yaşam biçimi üzerinden yargılama ayıbına hiçbir zaman ortak olmadılar.
Yeter ki kaostan beslenen birileri aralarına girip onlardan birbirlerine karşı düşman yaratmak için provokasyonlar yapmasın.
Ardından, CHP Genel Başkanı olduğum kongrenin öncesinden başlayarak bugüne kadar yaşadığım her şeyi paylaşırdım Türkiye ile…
Ama her şeyi… Eksiksiz her şeyi…
Özellikle de, oy kullanmak gibi en kutsal yurttaşlık görevimi yerine getiremememin arka planını, yapılanları, yapılmayanları anlatırdım halka.
‘İnceldiği yerden kopsun’ deli yürekliliği ile, tek bir detay kalmamacasına her şeyi anlatırdım. Neler olduğunu, neler olmadığını… Her şeyi.
Bizim insanımızın en belirgin özelliğidir; cesareti ve açık sözlülüğü ödüllendirir. İşte tam da bu nedenle, tam da bu anda, zihinlerindeki ‘acaba?’ sorusu, çok kesin bir biçimde yerini bir ikinci şans verme düşüncesine bırakır.
Ve derhal kurultay çağrısında bulunurdum. Hemen… Mümkünse yarın.
Türkiye’yi bir uçtan diğerine gezerken, yüreği yüreğime dokunan, elleri halka değen, insanların dost ve güven dolu bakışlarını üzerine çeken ekip arkadaşlarımı yanıma alır, geri kalan herkese ‘ buraya kadar bayanlar, baylar’ derdim.
Özellikle de bir sanatçıya ‘sazan’ diyene…
Yetmez gibi bir de ‘ serçelikten devekuşluğuna yükselmiş…” diyene.
‘ Buraya kadar!’
‘Bu parti iktidar olmak için kaç nesil bekleyecek? Ya da olacak mı? Bize oy vermemiş herkese sazan, devekuşu, bidon kafalı, göbeğini kaşıyan adam, cahil, aptal diyerek karşımıza alıyoruz. Bu hakkı kim verdi bize?
‘Bizi iktidar yapacak fazladan oylar uzaydan mı gelecek?’
‘İktidar olacaksak, yeni yüzler, yeni bir enerji, yeni sözler, yeni beyinler gerekiyor.’
“Ben halktan bu konuda vekalet aldım, bu kurultayda da vekaletin gereğini yerine getiriyorum. Zira, parti ne benim, ne sizin… Sadece halkın. Onun emrini yerine getirmez isem, benim başkanlığımın bir anlamı kalmaz.”
Ya siz…
Ya ben…
Devamı var…
21 yüzyıl siyasetinin aslında bir pazarlama işi olduğundan hareketle bir analiz yapacağım.