1922 yılının Ağustos ayının son haftasına girilirken Meclis’te tansiyon yüksekti; siyasi belirsizlik sebebiyle herkes tedirgindi. Bir yıl önce tarihimizin en bunalımlı günlerini yaşamıştık. Ağır bir felaketle yüz yüze kaldığımız bu dönemde Mustafa Kemal Paşa BMM’nin tüm yetkilerini Meclis’in kararıyla geçici bir süre üzerine alarak Başkomutan olmuş, yönetimi eline almıştı. İlk olarak Kütahya-Gediz Cephesi’ndeki çatışmalarda mevcudunun yarıya yakınını kaybetmiş bulunan ordumuzu yeniden toparlayabilmek için Sakarya’nın doğusuna çekilme emrini verdi. Yunan saldırısının yeniden başlayacağı 23 Ağustos’a kadarki üç hafta boyunca Ankara’da tam bir seferberlik hali yaşandı, ordu toparlanıp savaşacak duruma getirildi.
23 Ağustos’ta başlayıp 22 gün ve gece cereyan eden savaşta rütbeli rütbesiz her asker bunun “var olma ya da …” mücadelesi olduğunun bilincindeydi. Sakarya Savaşı’nın bir adı da “Yedeksubaylar Savaşı”dır. İstanbul’dan Millî Mücadele’ye katılmak amacıyla koşup gelen, çoğu Türk Ocaklı Darülfunun ve Öğretmen Okulu öğrencileri Ankara’daki talimgahta kısa bir eğitimin ardından subay ihtiyacının fazlalığı sebebiyle cepheye gönderiliyordu. Bu gencecik fidanlar etrafa örnek olmak ve coşturmak maksadıyla çok defa askerin en önünde düşmanın üzerine koşuyordu. Sakarya’da subay zayiatımızın oranı bu sebeple normalin üzerindedir.
Düşmanın Polatlı ve Haymana’ya kadar geldiği, top seslerinin Ankara’dan duyulabildiği, durumun kritik olduğu günlerde Meclis’te başkentin en kötü ihtimale karşı Kayseri’ye taşınması konusu görüşülmektedir. Dersim mebusu Diyap Ağa söz alır; okuma yazması bile olmayan bir aşiret reisidir. Kürsüde ilk ve son konuşmasını yapar: “Efendiler nereye gidecekmişiz, biz buraya zorda kalınca çekip gitmek için değil hasmımızla dövüşmek için geldik. Buraya gelen olursa vuruşuruz asla çekilmeyiz”.
Diyap Ağa’nın dediği oldu; üç yüz km’ye yakın cephe boyunca Türk vatanı adeta adım adım savunuldu. Geri çekilme en müşkül durumlarda bile asla düşünülmedi. Başkomutan ve komutanlar savaşı ön hatlardan izleyip gereken emirleri yüz yüze verdiler. 13 Eylül sabahı göğüs göğüse yapılan savaşın sonucu belli olmuştu. Yunan birlikleri bozgun halinde Sakarya’nın batısına çekilmek zorunda kaldılar. Ancak Yunanistan’ı yöneten siyasetçiler ve komutanlar daha gerilere çekilmeyi kesinlikle düşünmüyorlardı. Afyon-Kütahya hattında yoğun bir tahkimat yaparak siyasi kanallardan hedeflerine ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Bu tahkimatı dolaşan bir İngiliz yazar Türklerin bu hattı altı ayda bile geçemeyeceğini iddia ediyordu.
Mustafa Kemal ve arkadaşları başarılı bir taarruz yapabilmek için askeri kapasitemizin acilen artırılması gerektiğini görüyorlardı. Meclis içerisinde bir an önce taarruz edilmesini isteyenler yaz aylarına doğru isteklerini tekrarlamaya, baskılarını artırmaya başladılar. Meclis’in yetkilerini geçici bir süre Mustafa Kemal’e devreden ve her üç ayda bir uzatılan karar Temmuz ayında görüşülürken Mustafa Kemal bu tepkilere karşı akıllıca bir çıkış yaptı; yetkilerinin sadece askeri konularla sınırlı tutulmasını isteyerek kararın olumlu çıkmasını sağladı.
Millî Mücadele başından sonuna kadar son derece zor şartlarda yapıldı. Bir yandan art arda yapılan savaşlardaki can kayıpları, diğer yandan hem askerî hem de kolera, tifüs, verem ve sıtma gibi salgın hastalıklar sonucu ağır kayıplar vermiştik. Mondros mütarekesi imzalandığı sırada Anadolu ve Trakya’da yaşayan 12 milyon civarındaki nüfusun 3 milyonunu gayrimüslimler oluşturuyordu. 9 milyon Türk ve Müslüman halkın bir kısmı sakat ve hastaydı, halk yorgun, çaresiz ve yoksuldu. Üstelik kısa bir süre sonra ülkenin en varlıklı bölgeleri işgal edildiğinden buralardan mücadeleye katkı alınamıyordu. 23 Nisan 1920’ye kadar değişik bölgelerde yapılan kongrelere katılan delege sayısı üç yüzün altındaydı. Bir taraftan işgalcilerle, diğer taraftan İstanbul Hükûmeti taraflısı karşıt gruplarla savaşılarak başlatılan Millî Mücadele, özellikle BMM’nin Ankara’da toplanması sonucu, bölgesel niteliği ön plânda görünen hareket, ülke geneline yaygınlaşarak hukuki siyasi ve askeri statü edinmiş oldu.
Başkomutan Mustafa Kemal ve Hükûmet Sakarya Savaşı’nın ardından zamanla yarışırcasına ordumuzun savaş kabiliyetini artıracak hazırlıklar başlattı. Başta büyük çaplı toplar olmak üzere, Güney ve Doğu cephesinde elimizde bulunan ağır silahlar Ankara’ya taşındı. Fransızların güneyimizden çekilirken bıraktığı silahlar satın alındı. Sovyetler Buhara devletinin Moskova’da rehin tutulan birkaç ton altınının bir kısmını bu devletin isteği üzerine Ankara’ya iletti; bir kısmına ise “bizim de paraya ihtiyacımız var“ diyerek el koydu. Bu altınlar ve Hindistan Müslümanlarından gelen paranın bir kısmı silah ve mühimmat alımında kullanıldı (kalan 250 bin dolar ise ilerde İş Bankası kurulurken kullanıldı.)
1922’nin Ağustos ayına girilirken Yunan ordusuna karşı asker ve silah açısından tam olmasa da nispi bir denge sağlanmıştı. Onların uçaklarına karşı bizim süvari tümenimiz vardı; Fahrettin Altay’ın komutasındaki bu tümen Büyük Taarruz boyunca “destan” diye anılacak başarılar kazandı. Gerek hazırlıklar yapılırken gerekse harekâtın zamanlaması ve tarzı hususunda gizliliğe büyük özen gösterilmiş, gerekli olanların dışında kimseye bilgi verilmemiştir.
Mustafa Kemal’in taarruz plânı son derece cesur fakat aynı derecede riskliydi. Başarılı olabilmesi için dakik bir zamanlamasının olması, plânın her ayrıntısına özen gösterilmesi, harekat alanının ve hedefinin doğru seçilmesi ve düşmanın savunma hattının gecikilmeden çökertilmesi, yardım getirmesinin engellenmesi gerekiyordu; ummadığı bir yerden baskın tarzında vurulacak, takviye almasına fırsat verilmeden panik halinde çekilmeye mecbur bırakılacak, ardından kendimizin seçtiği bir alanda kuşatılarak etkisiz hale getirilecekti. Bu plân kuvvet komutanlarıyla yapılan toplantıda konuşulup tartışıldı. Mustafa Kemal’in kurmay mektebinde Tabiye hocası olan 2.nci Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa plânın riskli olduğuna dikkat çekti; fakat genel kabul görünce o da karara uydu ve harekat sırasında komutasındaki birlikler son çok başarılı baskılar yaparak düşmanın asıl taarruz hattımızın neresi olduğunu fark etmesini engellediler.
Birliklerin yerlerine intikali ve diğer bütün hazırlıklar Yunan keşif uçaklarına rağmen, gece karanlığında, dağ yollarından sessizce yapıldı. 26 Ağustos sabahının alaca karanlığında topçumuzun tanzim atışları başladığında Afyon’daki balodan geç vakit dönmüş olan Yunan subayları henüz uyanmamıştı.
Birliklerimiz topçu ateşinin desteğiyle Yunan tahkimatını parçalayarak kendilerine verilen hedeflere ulaşmak, stratejik tepeleri almak amacıyla hücuma başladılar. Herkes bunu. Türklüğün kader savaşı olduğunun farkındaydı; verilen emirleri geciktirmeden yerine getirmek için canlarını ortaya koymuşlardı. Kahraman bir asker olan Albay Reşat Bey’in birliğinin karşısındaki düşman direniyordu. Başkomutan Kocatepe’den harekatı adım adım izliyor, telefonla talimat veriyordu. Reşat Bey Mustafa Kemal’e Çiğiltepe’nin yarım saat içerisinde alınacağı tekmilini vermişti. Ancak saat dolup tepeye henüz ulaşılamayınca bunu onur meselesi yapan Reşat Bey hayatına son veriyor; ardından tepe birkaç dakika sonra alınıyordu. Zaferden sonra bu kahraman askerimiz taltif edildi, adı harp tarihimizde Reşat Çiğiltepe olarak saygıyla anılıyor.
General Fahri Belen bilahare soyadı yaptığı “Belentepe” nin alınmasını hatıratında şöyle anlatıyor: “Belentepe’nin ön yamaçlarındaki çalılıklar topçu ateşiyle yanarak üç-dört yüz metrelik bir saha ateş ve duman içinde kalmıştı. Avcılarımız bu ateş içinden geçmekte ve bir kısmı yanarak şehit olmakta idiler.”
Harekatın başladığı İstanbul’da duyuluyor ancak Ankara bütün haberleşmeleri yasakladığı için bilgi alınamıyordu. Bir yabancı ajans Türk birliklerinin dağıldığını Mustafa Kemal’in esir alındığı şeklinde bir haber geçince Rumlar sevinç gösterilerine başladılar. Bu ortamda Yahya Kemal Dergah dergisinde şöyle yakarıyordu:
“ Şu kopan fırtına Türk ordusudur, ya Rabbi
Senin uğrunda ölen ordu budur, ya Rabbi
Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed namın
Galip et, çünkü bu son ordusudur İslamın.”
Harekat 14 gün gündüz ve gece planlandığı gibi icra edildi. Mustafa Kemal süreyi 15 gün olarak benimsemişti. Kuş uçuşu yüzlerce km.lik mesafenin savaş ortamında bu sürede aşılması imkansız görünüyordu. Ancak Mustafa Kemal askeri, ekonomik ve lojistik imkânlarımızın ne kadar olduğunu iyi biliyordu. Harekatın uzaması ve özellikle siper savaşına dönüşmesi durumunda ne silah ve mühimmat ne de yiyecek, giyecek vb gibi ihtiyaçları takviye imkanımız yoktu. Varımızı yokumuzu cepheye göndermiştik, üstelik harekatın uzaması durumunda İngiltere aleyhimize devreye girer, Yunanlılar Trakya’daki iki tümenlerini cepheye sürerek Savaşın seyrini değiştirebilirlerdi.
Türk ordusu ecdadına Başkomutanından rütbeli rütbesiz tüm mevcuduyla yaraşır bir hamasetle savaştı. Süvarilerimiz kartal kanadı takmış gibi aşılmaz sanılan dağlardan Sincan ovasına inerek Yunan birliklerini kovalıyorlardı. Kaçabilen Yunan birlikleri Dumlupınar‘da kuşatıldılar. Saatlerce devam eden çatışmadan sonra çoğu teslim oldu veya etkisiz hale getirildi; pek azı Uşak yönüne doğru çekildiyse de onlar da başkomutan Trikopis ile birlikte teslim alındılar. Mustafa Kemal ve komutanlar gece durum değerlendirmesi yaptılar. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın bütün birliklere iletilen genelgesinde “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” denilerek askerlerimiz İzmir ‘e yönlendiriliyordu. Bu emir harfiyen yerine getirildi; kaçarken köyleri ve kasabaları vahşice yakıp katliam yapan Yunanlıları kovalayan Mehmetçik 9 Eylül’de hedefine ulaştı. Yzb. Şerafettin Hükûmet Konağı’na bayrağımızı çekerken bütün dünyaya bu toprakların Türklerin ebedi vatanı olduğunu, emperyalistlerin her türlü saldırısının kararlılıkla püskürtüleceği mesajını veriyordu.
Başta Başkomutan Mustafa Kemal Paşa olmak üzere bu zaferin kazanılmasında katkısı bulunan bütün komutanlarımızı, rütbeli ve rütbesiz askerlerimizi, Gazi Meclisimizi bir kere daha rahmetle, şükranla, hürmet ve muhabbetle selamlıyoruz. Ruhları şad olsun.