Ashab-ı Keyf, Türkçe adıyla “Yedi Uyurlar” bir erdem söylencesidir. Müslümanlıktan Hıristiyanlığa birçok dinin ve halkın sahip çıktığı, söylencede anlatılan varlıkların sayıları ve olayın evreni üzerinde çeşitli varsayımların olduğu bu iyiliğe övgü yapıtı Kuran-ı Kerim’de Kehf Suresi ile kutsanmıştır. Birçok çeşitlemesi olan söylencenin Hıristiyanlıktaki anlatımı şöyledir;
Dakyanus veya Decius adlı kralın yönettiği putperest bir ülkede 7 genç tek tanrıya inanmaktadır. Kral bu kâfirlerin öldürülmelerini emredince kardeşler bir çoban ve bir köpekle birlikte kaçıp ‘Eshab-ı Keyf’ denilen bir mağaraya sığınırlar. Onları bulduran kral bu kez mağaranın girişine duvar örülmesini emreder. 300 yıl burada kaldıklarına ve uyuduklarına inanılan, bu nedenle de “Yedi Uyurlar” olarak anılan bu insanlar mağaradan çıkıp bir fırından ekmek almaya çalışırlar ancak kendilerinde bulunan paranın geçerli olmadığını öğrenirler. Dolandırıcı zannedilerek kovalanan bu kişiler tekrar mağaraya dönüp sır olurlar...
Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Anan dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?
Birçok halk da Onları kendilerinden sayar, sahip çıkarlar. Ashab-ı Keyf (Ashab'ül Kehf) anlatısında geçen mağaranın sınırları içinde olduğunu iddia eden 33 yerin dördü Türkiye'dedir: Afşin, Efes, Lice ve Tarsus.
Kuranda Kehf Suresi’nin 17. Ayetinde;
“Tan ağardığında, onlar mağara boşluğunda iken, mağaralarının üzerinden güneşin sağa doğru hareket ettiğini, battığı zaman da onları yalayıp sola doğru kaydığını görürdün. Bu, Allah'ın işaretlerindendir. Allah kime yol gösterirse o kişi doğruyu bulmuştur; kimi de saptırırsa onun için aydınlatıcı bir dost bulamazsın”
“Tahminde bulunanların bazıları, "Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir," derken diğerleri de, "Beştir, altıncıları köpekleridir," diyecekler. Başkaları ise, "Yedidir, sekizincileri köpekleridir," diyecekler. De ki, "Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir. Onları bilen azdır. Onlarla yüzeysel olması hariç tartışmaya girme ve onlardan hiç kimseye de bu konuyu danışma." denmektedir. Yaygın görüş 7 kişi olduklarıdır, Hıristiyan betimlerinde de 7 kişi olarak tasvir edilmişlerdir.
Bu yazıda sizinle babamdan öğrendiğim ve şimdiye kadar hiçbir yerde rastlamadığım, yüreğimi ısıtan bir “Yedi Uyurlar” söylencesini paylaşmak istiyorum. Her şerden bir hayır çıkaran Anadolu bilgeliğinin ürünü söylencede neler olmuş dilerseniz birlikte bakalım, “yaşayalım” ve “görelim”.
Bütün anonim anlatılar gibi zamansız ve mekânsız bir söylencedir bu. Kim yaşamış, kim görmüş-duymuş-hissetmiş, kim kime anlatmış bilinmez. Önemli olduğu için insanların belleğinde korunmuş, yaşananlardan ders alınsın diye kuşaktan kuşağa aktarılmıştır.
Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?
Söylenceye göre; Mislina, Mekselina, Mernuş, Debernuş, Sezanuş, Kefeştata(y)yuş adlı 6 can zalim hükümdar Dakyanus’un inanışlarına yönelik zulmünden kaçıp köpekleri Kıtmir ile birlikte soğuk ve fırtınalı bir günde bir mağaraya sığınırlar.
Bu sırada bir kaya parçası gelip mağaranın kapısını mühürler (tamamen kapatır). El üşürüp kaktırır, açmaya çalışırlar ama koca kaya bir milim kıpırdamaz yerinden…
Bunun üzerine çaresiz oturup beklerler. Bu sırada içlerinden biri bir öneri sunar;
“ -Madem bu iş başımıza geldi, yapacak birşeyimiz de yok, o halde beklerken birbirimize yaptığımız Hakk’a yarar işleri anlatıp vakit geçirelim.” Diğerlerinin de aklına yatar bu öneri ve başlarlar anlatmaya.
Biri der ki; “ -Ben bir zamanlar çok varlıklıydım. Sınırsız arazim, sayısı bilinmez sürülerim vardı. Tarlalarımda günboyu ırgatlar çalıştırır, gündeliklerini akşamüstü öder uğurlardım. Bir gün ırgatlardan biri çalıştığı halde parasını alamadan gitmek zorunda kalmıştı. Uzunca bir zaman gelip parasını almasını bekledim. Gelmeyince yevmiyesi ile bir koyun aldırıp çobana onun soyundan gelenleri ayrı tutmasını söyledim. Yıllar yıllar sonra bir gün sakallı bir adam gelip benden parasını istediğinde O’na koca bir sürüyü işaret ettim. Adam sürüsünü önüne katıp giderken kimsenin hakkını boğazıma geçirmediğim için şükrettim. Benim Hakk’a yarar bir işim varsa budur…
O anda hepsine sanki koca kaya azıcık yerinden oynadı gibi gelir. Belki bir yanılgıdır. Bakarlar, düşünürler, dalarlar, nice sonra anlatmaya devam ederler…
Utanırım,
Utanırım fukaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Bir başka adam alır sözü;
“ - Ben de bir zamanlar çok varlıklıydım. Uçsuz bucaksız tarlalarım, bağlarım vardı. O yıllarda memlekette kıtlık baş gösterdi. Milletin açlık ve yoksulluk içinde kıvrandığı bir gün görkemli evime çok güzel bir kadın geldi. Ağlayarak çocuklarının açlıktan ölmek üzere olduğunu anlatıp benden zahire istedi. Ona istediği kadar buğday verebileceğimi söyledim ama bir şartla; benimle birlikte olursa…
Kadının beti benzi attı, nice sonra yüzüme şaka yaptığıma inanmak ister gibi ürkek bir yakarışla baktı ama düşüncemde kararlıydım. Başka bir zamanda bu ahlaksız teklife hemen hayır diyeceğinden emin olduğum asil başını yere eğdi ve sessizce sayıkladı;
“ - Bi beyime danışayım”…
İki gün sonra tekrar geldi ve beyi ile konuştuklarını, Allahın çocuklarının gözlerinin önünde ölmesine razı olmaktansa zalimin zulmüne boyun eğmelerini bağışlayacağına inandıklarını anlattı. Yani teklifimi kabul etmişti. O’na yatak odamı gösterip peşinden yürüdüm. Odaya gelince soyunmasını emrettim. Üstünü çıkarırken yaprak gibi titremeye başladı. Neden titrediğini sorduğumda;
“ - Allahtan korkuyorum” dedi. Bu söz aklımı başımdan aldı, bu kez titreme sırası bendeydi.
“ - Bu kadın bu kadar çaresiz, kendi ve çocuklarının canından başka kaybedecek hiçbir şeyi yokken Allahtan korkuyor da ben bu kadar servetin içinde neden korkmuyorum???…” Ve hemen üstünü giyinip istediği kadar zahireyi alıp götürmesini söyledim. Benim de Hakk’a yarar işim varsa budur…
Peşi sıra bugün iki tanesini anımsadığım bu hikmetli anıların gerisi gelir, aslında yaşama egemen olması gereken iyilikler anlatıldıkça çoğalır, taş her seferinde biraz daha açılıp karanlık azar azar aydınlanır… Sonunda mağaranın ağzı bir insanın çıkabileceği kadar açılınca dışarı çıkarlar. Orada köpeğin döktüğü kıllardan anlaşılan 300 yıl geçirdiklerine inanılır. Sonra neler olur, rivayet muhtelif ama şurası gerçek ki kazanan iyilik olur…
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?
Anadolu denen büyülü coğrafyada yüzyıllardır üzerimizde akla hayale gelmeyecek karanlık senaryolar döneniyor. Bizler televizyon dizileriyle değerlerimize yabancılaşıyor, başkalarının kışkırtması ile birbirimize düşüyor, basit çıkarlarla “günü kurtarıp” uyuyor, uyuyoruz. Anadolu’nun Hakk’a ve halka yarar işler yapan emektar insanları, gelin binlerce yıl sonra bizler karanlığa kalmadan uyanalım, ruhlarımızdaki iyilikleri, insan olmanın onurunu, yaşadığımız coğrafyanın ruhunu, erdemlerini bir bir ortaya çıkaralım...
Artık efsane dinlemek değil efsaneler yaratmak isteyen yiğit insanlar, zihnimizin kilitli sandıklarını açalım, çekmecelerinde, tozlu raflarında gizlediğimiz cevherleri günyüzüne çıkarıp karanlıkları aydınlatalım. Uzun kış geceleri düşünüp anımsamanın tam zamanı. Düşünelim, arayıp bulalım. Kış yerini baharın uyanışına bırakırken anımsadığımız iyilikleri, güzellikleri yollarımıza serelim. Serelim ki yıktığımız varsa kaldıralım, döktüğümüzü dolduralım, ağlattığımızı güldürelim…
Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile,
Dayan rüsva etme beni.
Kodlarında Anadolu’nun binlerce yıllık belleğini taşıyan bilge insanlar haydi! Bedelini çok ağır ödediğimiz kin, nefret, savaş ve korkuları yüreklerimizdeki sevgiyle yenelim. Öyle tek yürek olalım ki asırlardır uyuduğumuz, sustuğumuz, yuttuğumuz her şeye bir son olsun, çektiğimiz acılar bir daha yaşanmasın. Kötülüklerden ders, iyiliklerden güç alarak baharla filizlenecek sevgi tohumları ekip kendimizi, ülkemizi çoğaltalım. Çok çalışıp üreterek geleceğimizi yeniden yaratalım. İnsanın insana, doğaya ve dünyaya ettiği haksızlıklara, zulme, korkulara ve acılara “dur” diyelim…
Yüreğimizdeki dervişlerle buluşalım, ninelerimizin masallarını, dedelerimizin öğütlerini, analarımızın bereketini, babalarımızın erdemlerini, kısaca bizi biz yapan değerleri bilelim, sarılalım, yaşatalım. Vatanımızı kurup, kurtaran, yeniden yurt edinenlere, yüreğimiz, aklımız, gözümüz olanlara, kadınlarımıza ve gençlerimize sahip çıkalım. Nerden gelip nereye gittiğimizi görüp, düşünelim birbirimize, çocuklarımıza anlatalım. Yaralarımızı kendimiz saralım…
Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?
Sevdiklerimize emek ve destek verelim, koruyalım, başarıları için yüreklendirelim. Öyle inanalım, öyle sarılalım ki birbirimize bu sonsuz enerji bütünleşsin, bizi bize kırdırmak isteyenler değil yüzyıllardır beslediğimiz Anadolu duyarlılığı, sevgi ve kardeşlik galip gelsin. Düşmanlıkla, pişmanlıkla ağlamayalım, sevgiyle gülelim. Bu kutsal topraklarda saygıyı, bereketi, “çok şükür”ü egemen kılalım...
Öyle ilkeli olalım ki dokunduğumuz herşeye değer katalım. Araştıralım, farkında olalım, Yüce Atatürk’ün hedef gösterdiği çağdaş uygarlığa ulaşmak için bilimden ve yürekten gayrı rehber aramayalım. Haklarımızı ve sorumluluklarımızı bilip geleceğe güvenle bakalım. Ve bıkmadan öğrenelim ki karanlıkları aydınlatıp, karanlığa kalmadan ışık olalım. “Yetmiş Milyon Uyurlar” olmadan vatanımıza, birbirimize ve yarınlarımıza sahip çıkalım…
Güzel kızımın yazdığı bir şiir ile barış ve sevgi dolu “Türkülerce” bir yıl dilerim. Sağlıcakla…
KORKUYORUM
Bir daha hiç açmamak üzere kapatacağımda gözlerimi,
Tam o günde işte,
Geriye dönüp baktığımda çocukluğuma,
Bir ceviz gölgesi altında evcilik oynamamış olmaktan korkuyorum.
Düştüğümde hiç ağlamamış olmaktan diz yaralarıma,
Parmağımı emerken evin sokağa bakan kapısında,
Her gün kan ve asker görmüş olmaktan.
Ve talebe olduğum zamanları hatırladığımda,
Hiç kötü not almamış olmaktan korkuyorum.
Ya da hep kötü not almış olmaktan.
İlk aşkı tatmamış ve her şeyden biraz görmüş, öğrenmemiş olmaktan.
Edebiyatın e’sinden, tarihin t’sinden anlamadan mezun olmuş olmaktan.
Tam hayata atıldığım dönemde,
Ekmeğimi kazanamamış,
Ya da ekmek teknemi hiç sevmemiş olmaktan korkuyorum.
Ve tam umudumu yitirdiğim sıralarda,
Beklediğim insanın aniden çıkıp gelmemiş olmasından bir akşamüstü.
Göstermemiş olmaktan çocuklarıma yaratılan güzellikleri.
Hiç bahsetmemiş olmaktan onlara türkülerden ve şiirlerden.
Ve hiç “hayır” demesini bilmemiş, sevgimi de gösterememiş olmaktan.
Ya da hiç çocuk sahibi olamamış olmaktan.
Ve son döneminde hayatımın,
Çiçeklerimle konuşacağım bir bahçemin hiç olmamış olmasından korkuyorum.
O kalın gözlüklerle gazete okumamış ve hiç perhiz yapmamış olmaktan.
Minik ayaklarıyla beni o oyuncakçı senin, bu oyuncakçı benim sürükleyip,
Nefessiz bırakan torunlarımın olmamış olmasından.
Ve sabahın beşinde kalktığımda sızlayan kemiklerimle,
Çayımı yudumlayıp düşünürken bütün hayatımı,
Dökülememiş olmasından en derinden bir gülümsemeyle,
Tek kelimenin dudaklarımdan;
“YAŞADIM”…
Türkü ŞAHİN - 27-28.10.2010 - ANTALYA
* Ahmed ARİF, Anadolu.