Türk Akdeniz Dergisi’nden İki Kıssa: Antalya Masalı - Ölmez Ana

Bu kez sizlere Antalya Halkevi’nce 1937- 1944 yılları arasında iki ayda bir yayınlanmış Türk Akdeniz Dergisi’nden bir anlatı ve bir geleneği aktarmak istiyorum. Anlatı Eski Antalya Lisesi Müdürlerinden Ekrem Reşit ULUÇ’un 18 Mayıs 1944’te dönemin Antalya Valisi Sayın Haşim İŞCAN için yazıp derginin 1944 / 32-34. (ve son) sayısında yayınlanan bir masalsı. Antalya’nın bir dönemini şiirsel bir dille tasvir etmesi bakımından değerli bir kaynak. Şubat 1937’deki 1. Sayıda Avukat Haydar tarafından kaleme alınıp “Yerli Etüdler” yer alan “Ölmez Ana” ise Yörük aşiretlere ait, özgün bir gelenek. “Ben masal sevmem” derseniz bile bu adı gibi capcanlı ve insancıl geleneği öğrenmeden yazıdan ayrılmayın derim. Cumhuriyet Döneminde Antalya’da yapılmış kültür – sanat çalışmalarına bir nebze de olsa ışık tutan bu dergiden başka, önemli aktarımlar daha yapmayı diliyorum.

İyi okumalar...
- SAHNE-

İnönü parkında bir köşe. Pergolaların (İtalyanca: belirli bir hat boyunca yanlarına sütün ya da direkler dikilerek sarmaşık bitkilerle donatılmış gölgeli yürüyüş yolu ya da geçit) bir köşesi. Bir masa dört koltuk. Sağında ikinci mirador'a inen merdivenin elektrikleri görünür; Parkı süsleyen abajurlardan birkaçı, karşıda deniz ve Beydağları'nı gösteren bir fon. Vakit gecedir. Büyükbaba toruniyle sol taraftan girerler, koltuklara otururlar: 

Kız - Büyükbaba, bana bu akşam da masal anlatacak mısın?

Büyükbaba - Evet kızım. Sana bu akşam en güzel masalımı anlatmak istiyorum.

Kız - Aman, ne iyi büyükbabacığım. Ne masalı bu böyle? Leylâ ile Mecnun mu? Yoksa küçük şehzade ile peri kızının masalı mı? 

Büyükbaba - Hayır kızım, sana bu akşam Antalya'nın masalını anlatacağım. 

Kız - Antalya masalı mı? Antalya'nın da masalı olur mu? Nesi var Antalya'nın sanki?

Büyükbaba - (Etrafına bakarak) Nesi yok ki kızım? Bu güzel memleketin nesi yok ki?...

Kız - Sahi, büyükbabacığım, ben de sana ne vakitten beri bunu soracaktım. Antalya bu kadar güzel mi? Geçen akşam buralarda geziyordum, birkaç yabancıya rastladım. Mirador'lara pergolalara hayretle bakıyorlar; "Ne güzel, ne güzel!” diyorlardı. Hiç güzel şey gör¬memişler gibi. Hâlbuki Ankara çok yeni ve çok temiz bir şehirmiş. İzmir çok şirinmiş. İstanbul hepsinden güzel ve harikulade imiş. Bu insanlar, herhalde buralara gitmeden Antalya'ya gelmiş olacaklar.

Büyükbaba - Bu saydığın şehirlerin hepsi de güzel kızım fakat Antalya'nın başka bir hususiyeti var! Bu insanların hayranlığı, bütün bu güzelliklerin bir hamlede meydana gelmesindendir.

Kız - Ben böyle bir şey görmedim burada büyükbabacı¬ğım. Bu meydanlar, bu yollar, bu bahçeler eskiden de vardı. Kardeşimle buralarda az mı oynadık? Sen bizi buralara az mı getirdin? Bu oturduğumuz yerde seninle ne kadar çok dinlendik?

Büyükbaba - Haklısın kızım. Seninle buralarda çok gezdik, çok dinlendik. Fakat sen minimini bir yavru iken de biz buralarda seninle elele dolaşırdık. O zaman çok küçüktün. Buraların eski halini hatırlayacak yaşta değildin. Vaktiyle, bu gördüğün güzel meydanlar, yollar ve bahçelerin yerlerinde çalılar, fundalıklar vardı. Buralarda böyle rahat rahat oturulamazdı.

Kız- Niçin büyükbaba?

Büyükbaba - Kışın çamur, yazın toz içindeydi de ondan.

Kız - Sonra ne oldu? Bu tozlar ve çamurlar nasıl kalktı?

Büyükbaba - Hiç hatırlamıyorsun değil mi kızım?

Kız - Hayır büyükbabacığım. Ne olur, bana buraların eski halini ve şimdiki hale nasıl geldiğini anlatır mısın?

Büyükbaba - Şimdi sana Antalya masalını anlatacağım. Bu masalın içinde sen her şeyi bulacaksın.

Kız- (Sevinerek) dinliyorum büyükbabacığım. Büyükbaba ağır ve tatlı bir sesle masalı okumağa başlar.

Tanrı bir yurt yaratmış evvel zaman içinde,
Bu yurdun misli yokmuş ne Hint'te, ne de Çin'de

Bu diyarı görenler kalbinden vurulurmuş,
Onda her güzellikten birer demet bulurmuş.

Cennetten numuneymiş portakal bahçeleri,
İnsan, rüyada gibi dolaşırmış her yeri.

Bu bahçelerde gezen düşünmezmiş yarını,
Rüzgâr bir nefes gibi okşarmış saçlarını.

Yalçın sahillerine kartallar gönül vermiş,
Dalga köpükler ile deniz ninni söylermiş.

Sabah binbir işveyle doğarmış güneş burda,
Altından saçlarını dağıtırmış bu yurda.

Akşam dalarken deniz kayalarla uykuya,
Mehtap bir servüsimin çizermiş durgun suya.

Dağlarında kevseri andıran sular varmış,
Bu suları içenler sevdalı çobanlarmış.

Kaval sesleri titrer, ah edermiş derinden,
Ormanlar geçilmezmiş ceylân sürülerinden.

Bu diyarda tabiat füsun veren bir elmiş;
Dört mevsimin dördü de birbirinden güzelmiş.

İnsanlar beş kıt'adan gelmişler akın akın,
Mamureler kurulmuş birbiri ile yakın.

Tarih, yığın halinde “Termessos” ta duruyor,
"Belkıs”ta ihtişamın atan nabzı vuruyor.

İnsan bu yığınlarda geçirse bir gününü,
Bütün azâmetile hisseder, yaşar dünü.

Bu tarihin üstünden yıllar, asırlar geçmiş.
Bizlere meçhul kalan binlerce sırlar geçmiş.

Zaman, su gibi akmış, hadiseler durulmuş,
Bu diyarda yeniden bir memleket kurulmuş.

Fakat anasız kalmış yetim çocuklar gibi,
Bir yanda unutulmuş, çıkmamış bir sahibi.

Yıllar bir zincir olmuş, asırlara ulaşmış,
Tabiatın gözünde ihmal bir damla yaşmış.

Kaval sesleri susmuş, gam sinmiş her dudağa,
Rüzgâr hıçkırmış, atmış kendini dağdan dağa.

Başını parçalamış kayalıklarda deniz,
Ceylân sürülerinden kalmamış ormanda iz.

Bu bakımsızlık şehri bir veba gibi sarmış,
Yemyeşil vadilerde ağlaşan genç kızlarmış.

Halk bunun yudum yudum içerken acısını,
Günün birinde bulmuş bir kurtarıcısını.

Uzak ellerden gelen asil bir kahramanmış,
Bu diyarın zülfüne gönül bağlamış, yanmış.

Hız almış feragattan, feda etmiş varını.
İmar sesleri aşmış şehrin hudutlarını.

Kazma darbelerine şarkı söylerken kuşlar,
Beldenin ahalisi dört yandan koşuşmuşlar.

Kimi taşımış kumu, kimisi kırmış taşı,
Silmişler tabiatın gözlerindeki yaşı.

Şahsi menfaatları bırakınca bir yana,
Yeni bir belde çıkmış bir hamlede meydana.

Gayretin çelik eli dik yamaçları delmiş,
Buz gibi berrak bir su yayladan şehre gelmiş.

Kurtulmuş çadırlardan kırlardaki ahali,
Adeta unutulmuş köylerin eski hali.

Bir kaç yılın içinde yurdun şekli değişmiş,
Bütün bu yapılanlar yarım asırlık işmiş.

Vadilerde ağlaşan kızlar gamı atmışlar,
Şehrin sokaklarını türküyle çınlatmışlar,

Rüzgâr, dağlardan inip kavuşmuş sılasına,
Ceylânlar neşe katmış ormanların yasına.

Karasevdaya düşen deniz sevinçle taşmış,
Bembeyaz köpüklerle kayalar kucaklaşmış.

Herkes dünü unutmuş, yanmış üzüldüğüne,
Başlanmış yeniden bir sonu gelmez düğüne.

Çok uzun bir düğün bu, bir masala katılmaz,
Deniz mürekkep olsa yıllarca anlatılmaz...

 
Kız – (Büyük bir heyecanla) Aman ne güzel, ne güzel! Sen bana bu kadar güzel bir masal anlatmamıştın. Kimin masalı bu, büyükbaba? Kim yazmış bunu?

Büyükbaba - Vaktiyle gözlerine mil çekilmiş bir şair yardı. Bir gün bir mucizeyle gözleri açıldı. Memleketinin eski halini çok iyi bilen bu şair, gözleri açılınca, bu güzelliklerin karşısında hayran kaldı ve bu masalı yazdı.
Kız - Bunu bana da ezberletir misin büyükbaba? Bu masal yalnız Antalya masalı değil, hepimizin masalı. Biz hepimiz bu masal içinde yaşıyoruz. (Bu sırada uzaktan saz ve türkü sesleri gelir.)
Kız - (Bu sesleri dinleyerek) Bu sesler ne büyükbaba? Ne güzel bir türkü bu?...
Büyükbaba – (Dinler, dikkatle seslerin geldiği tarafa bakar) Bun¬lar civar kazalardan gelen köylüler galiba. Dün pa¬zarda duymuştum. Yarın, bu memleketi güzelleştirenin hatırası anılacakmış. Bütün Antalyalılar yarın minnet ve şükranlarını tazeleyecekler. Bu sevinçli günde bulunmak için köylerden akın akın insanlar gelmiş. Herhalde bunlardan birkaçı olacak. (Sesler yakınlaşır.) Büyükbaba dikkatle bakarak bir müddet durur.

Büyükbaba - Bak bize doğru geliyorlar. (Köylüler gelir. Beş altı kişidirler. Birkaçının ellerinde saz vardır)

Köylülerden biri - Merhaba, Büyükbaba!

Büyükbaba - Merhaba evlâtlar, hoş geldiniz! Nereden bu geliş?

Aynı köylü - Köyden... Yarın için buluşmaya geldik.

Büyükbaba - Türkünüz uzaktan çok güzeldi. Bize yakından dinlet¬mek istemez misiniz? (Köylüler birbirlerine bakışırlar)

Hepsi birden - Hay hay, söyleyelim. (Yere bağdaş kurarlar ve saz refakatinde türküyü söylerler.)

Büyükbaba - Varolun çocuklar, yaşayın! Fakat sizden bir ricada daha bulunacağım. İhtiyarım, kulaklarım ağırlaştı, pek iyi anlayamadım. Bana bu türkünün sözlerini de teker teker okur musunuz?

Başka bir köylü - Peki büyükbaba, onu da okuyalım. Kimseye söyleme sakın. Yarın birinciliği biz kazanmak istiyoruz.

Büyükbaba - Söz veriyorum.

Aynı köylü türküyü inşat eder...

TÜRKÜ

Adın dağları aştı,
Yâd ellere ulaştı.
Rüzgâr bir Kerem gibi
Seni ândı, dolaştı.
 
Kalbimiz tek bir sazdır,
Destan söylesek azdır.
Sana gönül bağlamak
Bize en büyük hazdır.

Dağda eriyen karız,
Bir sel olur akarız.
Ölüme sürsen bizi,
And içtik, yine varız.

Genciz, doymadık güne,
Gönül verdik ününe.
Zülfüne bağla bizi
Veda edelim düne.

İşten örülmüş cansın,
Seni her dudak ansın,
Antalya'nın kalbine
Hamle veren bir kansın.

Büyükbaba - Teşekkür ederim delikanlılar? Bana bu gece çok he¬yecanlı dakikalar yaşattınız. (Köylüler yavaş yavaş çıkarlar. Büyükbaba heyecan içindedir.)
İlk köylü - Eyvallah Büyükbaba. Yarın seni de bekleriz.
Büyükbaba - Uğur ola arslanlar, şafakla yanınızdayım!...

-PERDE KAPANIR-

-YERLİ ETÜDLER-

                                                         ÖLMEZ ANA
                                                 
                                                                                                       Avukat Haydar

Gezici bir hayat geçiren Yörükleri¬miz; sürülerini beslemek için yazın fazla ot bulunan yaylalara, kışın da daha çok ot bulunan sahillere gider¬ler. Meskûn köyler halkından bir kısmı ise otlak vaziyeti itibariyle daha ziyade hayvan besleyemediklerinden koyun, dişi keçi ve ineklerinden bir kısmını Yörüklere verirler. Bu verdikleri mal¬lar; “Ölmez Ana” olarak Yörüklerin elinde kalır. Aralarındaki şifahî mu¬kaveleye göre meskûn köylü Yörük’ten yılda beher inek için on ve beher koyun için dört kilo yağ alır. Bu hayvanların yavruları ise aralarında müşterek olur. Fakat ilk verilen mal hiç bir vakit ölmez, yani hükmen öl¬mez farzedilir. Filhakika bu hayvan telef veya zayi olsa dahi yine Yörük; her sene aralarında mukarrer yağı tediye ile mükellef olduğu gibi köylünün istemesi takdirinde esas ana malı ve yavrulardan hissesini verme¬ğe mecburdur.

Bunu 926 yılında Manavgat'ta ihtiyar bir Yörük’ten dinlemiştim. Daha sonra yaptığım tetkiklerde Alanya ve Akseki mahkemelerinde kanunu medenînin neşrinden önce buna dair bazı davalara bakıldığını öğrendim. Yörükle köylü arasındaki bu “Ölmez Ana” mukavelesi; medenî kanunumuzla kabul ettiğimiz “intifa hakkı”nı (bir eşya üzerinde malikinin sahip olduğu kullanma, semerelerinden yararlanma ve tüketme yetkilerinden kullanma ve yararlanma yetkilerini bir başkasına tahsis etmesi ile kurulan hak tipi) andırmaktadır. Anlaşılıyor ki: eski ahkâmda tatbik edilmemekte olan “intifa hakkı” Türk Cemiyetleri arasında mukaveleye müstenit (dayanak) olarak kabul edilmişti. 

Köylülerimizin ve Yörüklerimizin içine girerek yapılacak etüdler; bu ha¬vali Türklerinin gayri mektub hukukî ve içtimaî esasları üzerinde birçok vesaik verir.
 

Yörük Yaşamı Fotoğrafı: Emrah Yavuz

 

Yayın Tarihi
01.03.2013
Bu makale 9395 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Kalemine ve yüreğine sağlık arkadaşım... İyi ki varsın...

Abdullah Yalçın 10.03.2013

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!