Kuş olan kardeşlerin dağlarda;"pepu, pepu" diye öterek birbirlerini aramaları temelindeki efsaneler küçük farklarla Tunceli, Manisa, Alaşehir ve Azerbaycan'da da anlatılır.
Benzer bir efsane de Keko Kuşu ile ilgilidir. Bu kuş da tıpkı Pepuk Kuşu gibi önce insanken sonra kuş haline aynı sebeple dönüşmüştür. Kuş, havada ve ağaçların üzerinde "Keko, keko! Ben öldürmedim! Seni öldüren bıçaktı! Bıçak seni öldürdü!"diye ötermiş. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da keko kardeş anlamında kullanılır. İbibik kuşuna, Keko Kuşu adı verilmektedir.
Yazının ilk bölümünde ele aldığımız Yusufcuk Kuşu ile ilgili Yörükler arasında anlatılan Antalya Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Zeyyat ŞAHİN’den öğrendiğim bir söylence de şöyledir;
Baharın (ilkyazda) yaylaya göçen, Yörükler arasındaki yaygın deyimle; “yükünü bir deve taşırken keyfini bin deve taşıyamayan” Yörükler olduğu gibi türlü nedenlerle yurtta kalanlar da olur. Bu insanlar yakın ve yarenleri ile birlikte yaylaya çıkamamanın burukluğu ile Yusufcuk Kuşunun ötüşünü;
“Yusuuffcuk, el gitti, biz kaldık” diye yorumlarlarmış.
GÜVERCİN
Güvercin (özellikle kumru) saflık ve temizliğin sembolüdür. Nuh tufanından sonra toprağın kuruyup kurumadığını anlamak için güvercin gönderilmiştir. Hz. Muhammed’in saklandığı mağaradaki örümcek ağına yuva yaparak O’nu korumuştur. Bu kutsal mekâna saygısından dolayı Kâbe’nin üstünde uçmadığı ve yuva yapmadığına inanılır. Tasavvufta ermiş insanların ruhu olduğuna, bedenleri uyurken ruhlarının dünyayı dolaştığına inanılır. Hızır’ın ve Suluca Karahöyük’e gelen Hacı Bektaş Veli’nin donlarından biridir.
Güvercinlerin mübarek yanları hakkında Malik Aksel bir yazısında; “Güvercinlerin, kumruların cami ve şadırvanlar etrafında, sundurmalarda “hû hû” diye dem çekip baş eğmeleri halk arasında Tanrı’nın adını zikretmeleri, anmaları olarak yorumlandığından kutsallıklarına inanılır, avlanmaları günah sayılırdı...” der.
Lemi Ş. Merey “Kuş Evleri-Serçesarayları” adlı kitabında; “... Kur’an’da güvercin ve serçenin İslamiyet’in yayılışı sırasında Hz. Muhammed’e bazı olaylarda yardımcı olduklarının yazılmış olması, bu kuşların Türklerce de kutsal ve dokunulmaz yaratıklar olarak kabul edilmesini gerektirmiştir” der İslam inanışında güvercin ve serçe konusunu şöyle açıklar:
“Güvercin büyük tufan sırasında, tufanın bittiğini kanıtlayacak zeytin dalını Nuh Peygamber’e getirerek başkaldıran hayvanlar arasında barışı sağladığı, düşmanı şahinden can korkusuyla kaçarken oturan Hz. Muhammed’in kucağına sığınarak oraya yumurtladığı, Uhud muharebeleri sırasında Hz. Muhammed’in sığındığı mağaranın girişine alelacele yuvalanarak takip eden düşmanları orayı aramaktan vazgeçirdiği için,
Serçeler de Hz. Muhammed’in doğumu sırasında Kâbe’ye saldıran Habeşilerin üzerinde uçup gagalarında taşıdıkları taş parçalarını atarak onları kaçırtıp yenilgiye uğrattıkları için kutsal ve dokunulmaz canlılar sayılmışlardır.” Bu nedenle, örneğin Pakistan’da yenirken, Anadolu’da güvercin yenmez... Avlandığında ağladığı bilinen güvercinleri öldürmek günah sayılır.
Aslında bu sadece kuşlar veya sadece güvercin için değil, bütün “can”lılar için geçerli bir aktöre(gelenek)dir. Anadolu’da; “Yaş (ağaç vb.) kesen, can yakan (veya cana kıyan) ile taş yakan onmaz” inancı vardır. Bir de, keklik, bıldırcın ve geyiğin;
“Etimi yiyen doymasın, ardıma düşen onmasın!” dedikleri anlatılır.
L. Ş. Merey ayrıca güvercinlik bulunmayan binalarda güvercinler bina içine girip yuvalanmak için özel yöntemler kullandığını, fedai bir güvercinin hızla dış cama çarparak onu kırdığını ve ekseriya öldüğünü anlatmaktadır. O kıramazsa bir ikinci hatta üçüncü güvercin aynı yolu deneyerek sonunda başarıya ulaşırmış.
Doğal yaşam ve şehir hayatının bir parçası haline gelen serçe, güvercin, karga gibi kuşlar konusundaki bir ilginç özellik de ölümleri ile ilgilidir. Genellikle bu hayvanlar kendilerini ölüme yakın hissettiklerinde ölümü beklemek için bir yerlere gizlenirler. Bu bir ağaç kovuğu, kayaların arası veya saklanabilecekleri herhangi bir yer olabilir. Buradaki, amaç hayvanın kendisini güçsüz hissetmesi nedeniyle bir düşmanla karşılaştığında karşı koyup kaçamama korku ve içgüdüsüdür.
Bu nedenle sayıca çok oldukları yerlerde bile bu canlıların ölülerine hiç rastlayamazsınız. Saklandıkları yerlerde öldükten sonra da vücutları bir şekilde ya bir başka hayvan ya da böcekler tarafından yenilerek yok edilir veya kendi kendilerine çürüyerek toprağa karışırlar. Güvercinle ilgili anlatılardan birinde torunlarından eziyet gören nine, kendisinin kuş olmasını ister, duası kabul olur. Güvercinin ötmesi ninenin;
"Büyüğü dövdü, ortanca sövdü, küçüğü kovdu” şeklinde yakınmaları olarak yorumlanıp güvercinlerin çıkardığı sesler acı çeken insanların iniltilerine benzetilir. Bu efsane ile büyüklere saygının önemi vurgulanmak istenmiştir.
Söylencelere göre insanlarla perilerin iç içe yaşadığı dönemlerde insan padişahının oğlu peri padişahının kızına sevdalanır. Soylarının perilerle karışmasını istemeyen insanlar perilere savaş açınca periler korkudan güvercine dönüşür. Derler ki; bu peri soyu Nevşehir Göreme’nin güvercinliklerinde soylarını sürdürmektedir…
Pepuk ya da Keko kuşlarına ait anlatılara benzer bir hikâye de bir güvercin türü olan kumru için anlatılır. Ankara'nın köylerinden birinde bir kız çocuğu ile erkek kardeşi, üvey anneleri ile birlikte yaşarlar. Üvey anneleri çok insafsızdır, çocukları ezercesine çalıştırmaktadır. Zaten üvey annenin iyisi masallarda bile bulunmaz. Sabahın erken saatinde onları kaldırır, akşamın geç vaktine kadar çalıştırırmış. Ne desin zavallılar, itiraz etmek hadlerine mi? Olanca güçleri ile durmadan çalışırlarmış. Bir sabah yine erkenden kaldırılırlar. Üvey anne kendisi suya gideceği için onların da, kendisi gelinceye kadar boş durmalarını istemez. Kıza der ki:
"Ben gelinceye kadar bazlamanın yağını eritin!" O gitmiş işinin başına, çocuklar başlamışlar yağı eritmeye... Oğlan, tavanın sapını tutarmış, kız da yağı karıştırırmış. Fakat nasıl olmuşsa olmuş, oğlan bir ara tavanın sapını bırakmış, o sırada ayağa kalkan kızın da eteği tavanın sapına takılınca bazlama için eritilen yağlar ocağa dökülüvermiş. Bunlar telâşe ile ne yapacaklarını şaşırırlar, şaşkın şaşkın tava ile ocak arasında dolaşırken ocaktaki sacayağı boyunlarına geçiverir. Bu kızgın alet boyunlarında siyah bir iz bırakır. Çocuklar içinde bulundukları kötü durumu anlar ve kurtulma çarelerini araştırmaya başlarlar. Bilirler ki üvey anneleri gelince etmediğini bırakmayacaktır. Her iki kardeş kurtuluşu Allah'a sığınmakta bulurlar. Bir köşeye çekilerek dua etmeye başlarlar:
"Allah'ım, bizi bu kötü kadının elinden kurtar; bizi kumru yap!" Duaları kabul olunur ve hemen o anda kumru haline geliverirler. Bu kumrular daha sonra her gün evlerinin karşısındaki ceviz ağacına gelip öterler;
"Guguk guguk, yağı kim döktü? Guguk guguk, yağı kız döktü!" diye ötüşürler. Bugün kumruların boyunlarında görülen siyah halka da, kız ile oğlanın telâşe ile dolaşırlarken boyunlarına geçen sacayağının izidir.
“BESLE KARGA’YI OYSUN GÖZÜNÜ” ???
Kargalar Ağustos ayında ırmaktan su içen öküzün (veya öküzlerin) gözünü oyarlar. Öküzün gözünden açan kanlı yaş ırmağı kızıla boyar. Bunu gören Ulu Gani onları cezalandırır. O günden beri kargalar Ağustos ayı boyunca kan olarak gördükleri ırmaklardan su içemezlermiş. Ayrıca karganın kötü haber getirdiği için renginin kara olduğuna da inanılır.
BAYKUŞ, KARGA VE SERÇE
Mitolojide ve Kur'an'dakuşdilini bildiği belirtilen Hz. Süleyman'la ilgili bir efsanede baykuş, karga ve serçeyle ilgili bilgiler verilir. Hz. Süleyman, karısına kuş tüyünden yatak yapmak için kuşlara haber gönderir ve onların gelip tüylerini dökmelerini ister. Sadece baykuş karısının sözüne uyup kuşları tüysüz, korumasız bırakacağı için Hz. Süleyman'ı ayıplar. Serçe ve karga da davete geç geldikleri için ayakları bukağılanır, o yüzden sekerek yürürler. Hatasını kabul eden Sultan Süleyman, baykuşun her gün bir serçeyi yeme isteğini geri çevirmez. Bir başka efsanede de baykuşun sadece cuma günü bir tane serçe yeme hakkı bulunduğundan bahsedilir. Bunun için de baykuşun uğursuz olduğuna ve harabelerde yaşadığına inanılır. Hayvanlar dünyasındaki beslenme zincirinin kökeni, halk inanışlarında kuşların yöneticisi sayılıp kutsal bir ruh olarak gösterilen Hz. Süleyman'a dayandırılmaktadır.
YARASA
Hz. Süleyman, kuş tüyünden bir saray yapmak ister ve bütün kuşların tüylerini ister. Fakat yarasa, işini bahane ederek gelmez. Bunun üzerine Hz. Süleyman beddua edince yarasanın tüyleri dökülür. Yarasanın tüysüz olması, bir Muğla efsanesinde, Hz. Süleyman’ın yerini bir padişahın alması, padişahın kuşların tüylerini geri alma isteğini yarasanın duymaması üzerine bu hâle geldiği şeklinde açıklanır. "Kayış Kanat (Yarasa) Efsanesi”nde ise Hz. Süleyman'ın isteği üzerine kuşlar içinde ilk gelip tüyünü döken yarasadır. Efsanede, baykuşun gelip diğer efsanelerdeki benzer konuşmayı yapması, Hz. Süleyman'ın hatasını yüzüne vurması, bunun üzerine Hz. Süleyman'ın kuşların tüylerini almaktan vazgeçmesi fakat yarasanın bu konuşmadan önce tüyünü döktüğü için tüysüz kalması anlatılır.
ÇÜRÜK ÇAYLAK
Çürük çaylak, kargadan biraz büyük bir kuştur. Bir ağa atını suya götürüp su içirmeden getiren at bakıcısına beddua eder: "Atımı (susuzluktan) yakıp kuruttun. Allah da seni bir çürük çaylak eylesin, susuzluktan yanıp kuruyasın. Kıyamete kadar dağda, bayırda, havada, ovada 'su, su' diye bağır dur!"Ağanın duası kabul olunca at bakıcısı oracıkta çürük çaylak kuşuna dönüşmüş, o günden beri de su anlamına gelen "vıyank, vıyank" diye öter olmuş.
BÜLBÜL
Bülbülün güzel sesinin kökeni, dini bir mahiyet kazandırılarak "Bülbül Efsanesi" adlı bir Sivas anlatısında şöyle açıklanır; Hz. İbrahim, ateşe atılınca, bülbül ateşi söndürmek için gagasıyla su taşır. Diğer kuşların, gagasının küçük olduğunu, kocaman ateşi söndüremeyeceğini söylemelerine rağmen devam eder. Onlara elinden gelenin bu olduğunu, ateşi söndüremese bile bu uğurda yanacağını söyler. Bu olaydan sonra bülbüle ödül olarak güzel sesi verilir. Bülbülün, ateşte yanma isteği, divan edebiyatındaki mum ve pervane ikilisini de hatırlatmaktadır.
İBİBİK KUŞU
Anadolu’muzda hayvanlarla ilgili pek çok efsane anlatılır. Bunlar arasında tavşanın, insanlardan çok kötü muamele gören eşeğin bir dua sonucu girdiği yeni şekli; kedinin ise insanoğlu elinde zebun (aciz) olan aslanın küçüle küçüle girdiği son hali olduğu anlatılan yaygın hikâyelerdendir. İbibik kuşu ile ilgili ayrı bölgelerden derlenen iki efsane de şöyledir;
İbibik kuş olmadan önce çok güzel bir kız imiş. Güzelliği ile pek çoklarının aklını başından alırmış. Günün birinde hayırlı bir kısmeti çıkmış, evlenmiş. Her güzelin bir kusuru olur derler ya, bunun da kusuru bir değil iki imiş. Hem tembel hem de kokarın biriymiş. Yeni gelinin bu tembelliği kaynanası ve görümceleri ile arasının açılmasına sebep olmuş, gelinin bu tembelliğine, kokarlığına dayanamayan kaynana namazdan sonra Allah'a yalvarmaya başlamış:
"Yarabbim, ben senin o kadar kötü bir kulun muydum da bana böyle bir gelini yazdın? Beni bu tembel, kokar gelinin elinden kurtar!" Kadının duası kabul olunur ve gelini bir ibibik kuşu olarak uçup gider. Kuş döner, dolaşır kaynanasının bahçesine gelip ağaçlardan birine konar. Gelinin yine geldiğini gören kaynana bu sefer de beddua etmeye başlar:
"Benim evimi kokuttun, senin evine de kokudan girilmesin, hiç bir yerde yurt-yuva tutamayasın. Yavruların pisliğini yemeden ötemesin, cümle âlem senden kaçsın!" Kaynananın bedduası kabul olmuş. O günden bugüne pisliğinden bu kuşun yanına yaklaşılamaz yuvası pek fena kokarmış...
İbibik kuşu ile ilgili bir diğer hikâyeye göre de ibibik kuşu yeni bir gelindir. Güzelliğini görmek, daha da güzelleşmek için sık sık aynanın karşısına geçer, kendisini seyreder. Yine bir gün aynanın karşısına geçip dalgın dalgın saçlarını tararken kapı açılır, içeriye kayınpederi girer. Bir an geleni farkedemeyen gelin saçlarını taramaya devam eder. Tabi bu arada kayınpederi de gelinini saçlarını görür. Gelin bu duruma çok üzülür, içi içini yemeye başlar:
"Kayınbabam beni başı açık gördü; aman Yarabbi, ben bundan sonra O’nun yüzüne nasıl bakarım?" Gelinin bu samimi utanması karşısında Allah onu ibibik kuşu haline getirir. Kuşun başındaki kepezi de saçını tararken başında kalan tarağıdır...
ANDUR veya ANGUT KUŞLARI
Gelin-kaynana anlaşmazlığı üzerinde çok laf edilen konulardan biridir. Her şeyi tatlıya bağlayan masal ve hikâyelerde de böyle çatışmalara rastlarız. Aşağıdaki efsanede böyle bir gelin-kaynana çatışmasının nasıl acı sonla bittiği anlatılmaktadı;
Vaktiyle kadının biri oğluna güzel bir gelin alır. Gelinin huyu da kendi gibi güzeldir. Böyle bir gelinle geçinmeye ne var demeyin. Kaynana birazcık geçimsizdir, gelinine etmediğini bırakmaz. Gül yüzlü, melek huylu gelin bu huysuzluklara bir dayanır, üç dayanır, beş dayanır, sonunda dayanamaz hale gelir. Bir gün Allah'a yalvarır ve kendisinin bu durumdan kurtarılmasını niyaz eder:
"Yarabbi, beni öyle bir kuş yap ki kaynanam beni hep ansın, hiç unutmasın!" Gelinin dileği kabul olur ve kuş olup uçar. Uçarken de; "An, an" der durur.
İyi kalpli, güzel huylu gelinin gidişine dayanamayan kaynana da dua eder, O da bir kuş olur. Bu kuş da, gelinini yakalayabilmek için daima "Dur, dur" diye ötmeye başlar. Kaynana o günden beri böyle öterek gelinini ararmış. İşte bu yüzden arka arkaya öterek biri diğerini takip eden kuşlara Andur Kuşları denilirmiş. Bu kuşlar bazen Angırt veya Angut diye de anılır.