“Oyle dereler akay ki cennet olsa olsa burasidur” dediğimiz Ayder’den tadi damağumuzda kalarak ayrulduk… İnsan cennettan yasak elmayu yemuş gibi kovulmadan sihirli fayton balkabağuna dönmesun deyi gündüz onikidan once ayrulmak zorunda kalinca ne zor oliy gelun da biza sorun da… Aşağida Firtina Deresu’nun kiyisinda, Ayder yolunin anayola kavuştuğu yerda oyle bir şahin heykelu var ki gerçeğu kadar etkileyucu. Ona gelena kada anlamasak da –sonra yenuden gelmek umuduyla- teker be teker (otobüs tekeruynan) uzaklaştuk Ayder’dan. Şaka bir yana yörenin özgün aksanını ilk kez bu kadar içtenlikle konuşan insanından, can cana dinleyince insan uzun zaman ekseninden çıkamıyor. İnsanın “büyük beyin küçük beyini kontrolü altına alır” diye bizim Temelumuzu akvaryumdaki balığın zekâsının altına indirgeyen türde fıkraları uyduranlara; “.alt etmişsiniz” diyesi geliyor. Aksine burada olmak insana abartısız; “meğer kal-ü beladan beri Karadenizliymişim” duygusu veriyor.
Yeniden Rize’ye dönerken bir molada kendimize İspir Fasülyesi ziyafeti çekiyoruz. İspir ve doğal olarak da fasülyesi aslında Erzurumlu ama bize Rize ve Ordu’da daha “menşur” olduğu söylendi. Bu enfes tadın sırrını sorduğumuz ustalar ısrarla gizledi ya tıkınırken yol üstü lokantasındaki yer darlığından istifade bizim yoldaşlarla haldeş olan bir uşağumuz kulağumuza pişirilmeden önce su yerine süte ıslatıldığını fısıldadı. Bizim şeker fasülye dediğimiz barbunya cinsi bu tombul mucizeler öyle lezzetliydi ki o anda benim gibi iflah olmaz bir oburun aldığı kat be kat tadın sütte yumuşamış olmasından mı, yoksa yanında sunulan o benzersiz ekmeklerden mi kaynaklandığını düşünmesi olanaksızdı. İştahla yediğimiz yemeği bitirip elimizi tabaktan göğsümüze götürerek helalleşirken nasıl bir nimet deryasında yüzdüğümüzün bilinciyle yüzümüze yansıyan derin şükran ifadesi, aynı zamanda tohumdan damağa ulaşana kadar emek verenler içindi...
Rize ve Trabzon’un ardından geldiğimiz Giresun’da kayuklar yerune bir meydan dolusu güvercun bulduk. Onlara büyükleri yem atarken taş atan tombul bebeye dondurma alıp olayı tatlıya bağlarken de; “keşke yaşamdaki bütün tatsız olaylarda bunu başarabilseydik” diye düşünmeden edemedik…
Akşamüstü ulaştığımız Ordu’da ilk işimiz yalnız dereleri değil insanları da yukarı akıtan teleferiğe binmek oldu. Belediye tarafından yapılan keyifli teleferik ile deniz kıyısından başlayıp kentin üstünde son bulan göksel macera sizi türkülerde; “Boztepe’ye varınca kuru fındık bulursun. Alacaksan al beni, sonra pişman olursun!” diye geçen Boztepe’ye kadar taşıyıp yine aynı heyecanla uçurarak geri getiriyor. Kuru fındık bulamasak da uçsuz bucaksız derya, hatırı sayılır yeşil alan, stat, park gibi özel alanlara ve bütün bir kente “tepeden” baktık. Başka kentler için yapmamıştım ama Ordu’nun tarihçesinde bir tesadüf eseri ulaştığım şu ilginç bilgileri paylaşmak istedim;
Ordu’nun tarih içinde ilk kurulduğu yerin adı; (Helencede “Dağ eteği” anlamına gelen) Kotyora. Bugünkü Kiraz Limanı (Allahım, yer adının güzelliğine bakın :) semtinin denizle buluştuğu nokta olduğu sanılmaktadır. Sinop’u merkez yapan Miletosluların bir koloni olarak Amisos’tan (Samsun) sonra MÖ 560’larda Doğu Karadeniz’e açılan bir kapı olarak burayı kurdukları ve fırtınalarda sığınılacak bir liman olarak değerlendirdikleri sanılmaktadır. Kotyora aynı zamanda Anadolu’nun büyük kesiminde egemen olan Pers İmparatorluğu’na yardıma giden Ege bölgesindeki binlerce paralı askerin bugünkü Suriye-Irak bölgesinden başlayıp Ortadoğu ve Trabzon’a doğru süren büyük yürüyüşün sonlarına doğru ulaşılan yerdir.
Dünya tarihinde büyük bir kitlenin en uzun yürüyüşü olarak bilinen bu büyük dönüş, tarihte; “Onbinlerin Dönüşü” adıyla bilinir. Ksenefon’un başında bulunduğu ordu bazen savaşarak, bazen yerli halkla iyi ilişkiler kurup yiyecek satın alarak yaklaşık üç ayda Trabzon’a kadar gelir ve denize kavuşur. Burada biraz kaldıktan sonra üç günde Giresun’a (o zamanki adıyla Kerazus’a) gelir, burada fındığı görürler! Fındığın ilk tarihsel kaydı Ksenefon’un bu yapıtındadır. Kotyora’ya (bugünkü Ordu) değin uzanan ve Kotyora’da gemilere binerek yurtlarına doğru yola çıkan ordunun yaşadıkları Ksenefon tarafından günü gününe not edilir ve “Anabasis” adıyla kitaplaştırılır.
***
Sonraki durağımız Samsun’a girmeden çürüdüğü için hurdaya çıkarılarak yerine birebir kopyası yapılan Bandırma Vapuru’nu ziyaret ettik. Sergilenen belgeleri yanında kamaralarda başta Ulu Önder ATATÜRK olmak üzere Milli Mücadele kahramanlarının capcanlandırıldığı sahnelerin insana tarifi imkânsız bir gurur ve güç verdiği bu ahde vefa ziyareti yolu düşenlere önemle öneririm…
Devam edip Samsun’a çıktık (!) Orada dar vakte önemli bir ziyareti sığdırmak için arkadaşlarımla Rus Pazarı’nı gezemeden (!) koşarak kafileden uzaklaştım. Ziyaret edeceğim kişi daha önce Alanya’da görev yapıp benim canım sukabaklarından lamba vb. yapımı için Alanya Cezaevinde kurs açılmasını sağlayan Samsun Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Ali YELDAN’dı. Su kabağı ile ilgili makalemi okuyanlar anımsayacaktır, çoğu ağır suçlardan hüküm giyen insanlara bu kurslarla kendini gerçekleştirme şansı tanıyarak topluma faydalı bireylere dönüştüren, aynı zamanda ekmek kapısı da açan başsavcımızla daha önce telefonla tanışıp görüşmüştüm. Samsun’da da yine mahkûmlara benzer bir uygulama ile Bandırma Vapurunun maketlerini yaptıracaklardı. “Samsun’a da bekleriz!” davetine uyarak bu fırsatta kendisini tanımak, ikisi ve daha fazlası için de teşekkür ve şiir tadında sohbet etmek bana onur ve huzur verdi.
Şiir tadında diyorum çünkü 20 Haziranda sunumunu yaptığım Fethiye Yörükler Derneği’nin Keşkek Günü hazırlığı sırasında öğrenip bellediğim muhteşem şiiri kendisiyle paylaştım. Uzun zamandır düşünüp hangi yazının neresine koyacağımı şaşırdığım bu muhteşem şiiri gelin çok ertelemeden paylaşalım. Evrende sevgiye inanan bütün yüreklerin gıptayla katılacağı bu muhteşem şiir benim meslek ve yaşam felsefemi de çok güzel özetliyor. İşte Yetik Ozan mahlaslı Turgut GÜNAY’ın diğerleri gibi halk şiirinden beslenen o muhteşem şiiri;
“ÜÇÜNCÜ YOL”
Sayıyorsan beni kendine yakın,
Hem ben bilem hem sen bil, bilişelim.
Benim köyüm senin kentine yakın,
Hem ben gelem hem sen gel, gelişelim.
Ağustos içti de yerin suyunu
Kuruttu pınarın serin suyunu,
Irak kuyuların derin suyunu,
Hem ben alam hem sen al, alışalım.
Güneşin hıncı var, bulutun nazı,
Bileğin gücü yok, yüreğin hazı,
Tarlada tırpanı, halayda sazı
Hem ben çalam hem sen çal, çalışalım.
Ben tutmuşum beni kul eden yolu,
Sen tutmuşsun seni el eden yolu,
Bizi bize doğru ileten yolu
Hem ben bulam hem sen bul, buluşalım…
Of of! Bu derinden sarsan şiirin üstüne yağmura yakalanmadan Samsun’a veda edip ayrıldık. Bu efkârın üstüne gide gide –bir söğüde değil- Bafra’ya dayandık ya bir cigarasını tüttüremeden (!) Sinop’a geçtik. Fiyortlarını, Akliman ve Hamsilos Koyu’nu gezdikten sonra yanından ayırmadığı köpeği ve el feneri ile tasvir edilen Diyojen (Diogenes) heykeline vardık. Bu sıradışı ve renkli insan hakkında yaptığım küçük araştırma sonuçlarına göre; Diyojen M.Ö. 412 - M.Ö. 323 yılları arasında yaşamış, sadelik ve kendine yetme ilkelerine dayanan Kinik Yaşam Biçiminin öncülerinden, Sinop'lu çileci bir düşünür. Gündüzleri Atina sokaklarında elinde fenerle dolaşarak (Tunceli Milletvekili Kamer GENÇ’in nesi oluyor acaba?); “dürüst bir adam aradığı” söylenir. Atina'da gelenekçiliğe karşı tavır almış, toplumdaki yapaylıklara ve uzlaşımsal değerlere meydan okumuş ve her tür yerleşik kuralın insanın doğallığına aykırı düştüğüne inandığı için toplumun tüm yerleşik kurallarına karşı çıkmayı, uzlaşımsal ölçü ve inanışların çoğunun boş olduğunu göstermeyi ve insanları yalın ve doğal bir yaşam biçimine çağırmayı amaçlamış.
Diyojen yoksulluk içinde yaşadığı, halka açık yerlerde yatıp kalktığı ve yiyeceğini dilenerek topladığı halde herkesin aynı şekilde yaşaması gerektiğini savunmamıştır. Onun tek amacı, kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında bile mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermektir. Bunun kaynağı bilgeliktir. Diyojen insanı erdemli yapmaya yaradığı için yalnızca bilgeliğe değer verir, öteki uygarlık değerlerini ise anlamsız ve gereksiz bularak reddeder.
Bir gün biri kenara çekilmedikçe iki kişinin geçmesinin mümkün olmadığı çok dar bir sokakta zengin ve kibirli bir adamla karşılaşıp mağrur zengin kendisini hor görerek; “Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem!” dediğinde; “Ben çekilirim!” diyerek kenara çekilen,
Her daim yaşadığı fıçının içinde bulunduğu bir gün yanına gelip; "Bir dileğin var mı?" diye soran Büyük İskender’e; "Gölge etme, başka ihsan istemem!" diyen,
Çeşmeden avucu ile su içen bir çocuk görünce; "Bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu öğretti!" diyerek su çanağını kıran filozofu sevgiyle yâd ettik.
O’nun bilge hoşluklarıyla oluşan gülümseme hemen karşısındaki Tarihi Sinop Ceza ve Tutsak Evi’ne yönelir yönelmez yüzümüzde adeta dondu... Cezaevinin yapısı aslında 4000 yıl önce bölgenin hakimi Gaşkalılar tarafından yapılmış Tarihi Sinop Kalesi. Grek, Pontus, Roma, Bizans, ve Osmanlılar zamanında gerekli ilaveler yapılarak değerlendirilen kale Selçuklu dönemlerinde tersane olarak kullanılmış, burada yapılan mükemmel harp gemileri denize salınmış. Kale 1568 yılından itibaren kapalı cezaevine, iç kale 1887 yılında zindana dönüştürülmüş, daha sonra çocuk ıslahevi ve kadın koğuşları eklenmiş. Kalenin güney batı ucunda yer alan, üç yanı denizle çevrili iç kalesinde kurulan tarihi boyunca binlerce acıya mesken olan Tarihi Sinop Cezaevi şimdilerde pir-ü pak çünkü o 1999’dan beri müze. Ancak bu yeni vizyonuyla (!) bile yaşananları ciğerinde duyanları avutmaktan çok uzak…
Daha kapısından girer girmez kursağım daralmaya başlamışken fotoğraf makinamın pili de aniden bitiverdi. Sonradan “her işte bir hayır vardır” diye nitelendireceğim bu olaylar olurken sürüden ayrıldım. Zaten yoğun yaşadığım böyle zamanları yalnız geçirmek en hayırlısı oldu. Olmaz olasıca acı anıların sindiği “disiplin hücreleri”ne giden ıssız koridorları sırtımda kirpi gibi ürpertilerle geçerken bu güneşten ve vicdandan arındırılmış, duvar ve gazap ile çevrili yapılara “zulümhane” sözünün az bile geleceğini düşündüm.
Evliya Çelebi Seyahatnamesinde bu zindandan şöyle bahseder;
"Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar"
Yaşanan acılardan geriye çok az şey bırakılan cezaevi bir zamanlar ölümün diğer adı imiş. Cezaevi tarihinin acı sayfalarına sadece anlatıldığı ve kalan izler kadar tanık olmak bile bu kadar zorken o acıları yaşamak kimbilir ne dayanılmazdı? Özellikle kalenin denize inen ön taraflarındaki hücrelerde kalmaya “değer görülenler” bu ışıksız hücrelerden sonra bir daha günyüzü göremiyorlarmış. Burada yarı bellerine kadar deniz suyuna battıkları yetmiyormuş gibi, köpek büyüklüğünde kemelerle (lağım faresi) mücadele etmek zorunda bırakılmaları da korku filmlerini aratmayacak dehşette. Kaçmanın imkânsız olduğu söylenen cezaevinin tarihinde firar edenlerle ilgili anlatılar ise tevatür olsa gerek...
Bu konuda Samsun 19 Mayıs Üniversitesinin eski rektörlerinden Prof. Mahir AYDIN şunları söylüyor; “Evliya Çelebi'nin anlattıklarında gerçek payı çoktur. Deniz kenarında olduğu halde, denizi göremeyen mahkûmlara Sabahattin Ali, 1933'te şöyle seslenecektir: "Görmesen bile denizi / Yukarıya çevir yüzü." Öyle ya, burada mahkûmların dünyasına dışarıdan katılan yalnızca iki şey vardı: Özgürlükten uçarak gelen martılar ve bahçe duvarında kendiliğinden açan kır çiçekleri… Çünkü o dönemde, Sinop Cezaevine "girilir ama çıkılmazdı". Nemden kibritin bile yanmadığı bu mekânda, mahkûmlar çürümek ve ceza sürelerini tamamlayamadan ölmekle, karşı karşıya kalırlardı…”
Yaşlı Sinopluların; “düşen bilir” dediği, girenin -çıkabilecek kadar şanslı ise- derin çizgilerle çıktığı mahpushane insanın hem kendisi hem de çevresi ile mücadele ettiği bir yermiş. Bir mahkûm Sinop Cezaevi’nin 1913’teki durumunu şöyle anlatıyor; “ben su seviyesinden birkaç kulaç altta, bir dehlizde aylarca yattım. Kollarımdan ve bacaklarımdan bakla denen prangalarla duvara bağlanmıştım. Sonra hücrede cezam bitince koğuşa alındım. Zindandan tahliye olmak da çok zordu. Tahliye gününe kadar dayanabilen babayiğit mahkûmlar parmakla sayılabilecek kadar azdı. Açlık, ince illet, rutubet, kemiklere işleyen soğuk alır götürürdü adamı…”
“Dama düşmek” sözünün bal börek kaldığı bu çilehanenin en acınacak hale düşürülenlerinden çoğunun da kötü yaşam koşulları ve aşağılanma nedeniyle eşini öldürüp buraya gelen kadınlar olduğu anlatılanlar arasında. Erkek egemen toplumda, erkek mantığı ile yaşananlar korkarım hiç değişmiyor, değişecek gibi de görünmüyor…
Dört duvarın işi, zulmün beşiği,
Yıkılsın surların, yeni gün doğsun.
Nasırlı ellerin nedir sevdiğim?
Toprağın fidanlı, bostan bağ olsun… (Halk Türküsü)
Yüreğimize en çok dokunan ömründe karınca bile incitmemiş, hakça bir yaşamı savunduğu için cezalandırılan çok güzel insanların da buraya “tıkılmış” olması. Her dem çiçek olanlar burada da yeni ve benzersiz çiçekler de açmışlar, zaten başka türlü olamazlardı. "Aldırma Gönül" şiiri Sabahattin Ali'nin gönlünden kaleme burada “yatarken” dökülmüş. Yazar ayrıca o dönemde yazdığı şiirlerini "Hapishane Şarkısı" başlığı atında toplamış. "Duvar" adlı öyküsünde de Sinop Cezaevini anlatır. Ruhi SU, Burhan FELEK, Zekeriya SERTEL, Kırım Hanı Devlet Giray, , Refik Halit Karay, Ahmet Bedevi KURAN bu cezaevinde yatmış diğer bazı ünlüler. 10 yıl Sinop Cezaevinde yatan Kerim KORCAN kızına yazdığı şiirde Sinop'u şöyle anlatır:
"... İşte sürgünler cehennemi olarak ün yapmış Sinop bu…
Nelerin gelip, deve kervanları misali, nelerin göçtüğünü,
Surlardan, kalelerden ve genç pehlivanlar gibi dirice köprüye yatmış,
Kemerlerden ibretle oku…
Martılar çığlık çığlığa uçuşurken,
Karadeniz asırlarca ağır toplarıyla döğmüş döğmüş kıyılarını..."
Kızı Sema KORCAN –ki O da iyi bir şair- küçücükken babasını ziyaretlerini şöyle hatırlar; Zor zamanlar bir kapıda bekleyişimiz ve hiç duraksamadan yağan soğuk bir yağmur. Sonra içeri giriyoruz. Yağız bir delikanlı tel örgülerin arkasında bize bakıyor, gözleri sevgi dolu. Annem gardiyana üç beş kuruş veriyor. Küf kokan dar bir pencereden babam eğilip öpüyor bizi. Ama dudakları buz gibi. Oradan ayrılırken babamın gülen gözlerinin solduğunu görüyorum…”
Kerim KORCAN ayrıca "İdamlıklar" adlı öykü kitabında Sinop'un ve cezaevinin fiziksel koşullarına değinmekle birlikte daha çok idam mahkûmlarının dışardaki ve içerdeki yaşantıları ile psikolojik durumları üzerinde durmuş, Sinop Cezaevinde geçen "Linç" adlı romanında ise cezaevi dekorunda Türkiye'nin toplumsal yapısına da yer vermiştir. “Ceza istediği kadar uzun olsun yeter ki koridorlar kısa olmasın. İnsan bir kere yürümeye durdumuydu herşeyleri unutur. Nedendir bu? Çünkü volta cezanın törpüsüdür.” diyen ustanın diğer bütün mahkûmlar gibi çıktıktan sonra bile kurtulamadığı cezaevi yaşamının izlerini yine kızının ağzından dinleyelim; Kaçta yatarsa yatsın her gece saat 03.00’te mutlaka uyanırdı. Şaşmazdı. Bir gece dayanamayıp; “Baba, Allah aşkına neden her gece 03.00’te uyanıyorsun?” diye sorduğumda beni; “Sinop Kalesi’nde idam sehpaları saat: 03.00’te kurulur!” diye yanıtlamıştı…
O ve O’nun gibi siyasi duruşları, düşünüp yazdıkları için birçok usta edebiyatçının atıldığı Sinop Cezaevi için Sinan VARGI;
Burası umudun bittiği yer olduğu gibi bir yandan da özgürlük tutkusunun edebiyata, şiire yön verdiği yerdir, diyor ve ekliyor; Sinop Cezaevinde binlerce insan yıllarını geçirdi, cezasını çekti. Duvarlardan akan nemle çürüdüler yavaş yavaş. Kimi avluda asıldı, kimi yatağında göçtü gitti. Her koğuşun içinde binlerce öykü, her hücrenin binlerce tutuklusunun sarı kirli duvarlarına işlemiş hüznü gizli. Koca kale, koca taşlar bu hüznü hâlâ içine sindiremiyor. Suç ve ceza adına insanın insana ettiği eziyete şahit oldukları için hâlâ ağlıyorlar. Gittiğinizde göreceğiniz bu ağır hüzündür işte…”
Ben bu ağır hüznü yaşayanlardanım. Oradan en son çıkıp otobüse sonuncu kişi olarak bindiğimde döktüğüm ecel terinin havanın sıcaklığı ile hiç ilgisi yoktu. Zindanların, hücrelerin beni derinden sarsıp ecel teri boşandıran yorgunluğundan sıyrılmaya çalıştığım dönüş yolunda cezaevinin taş duvarlarına bakıp düşündüm; “ -Bunca kalın duvarlar yapılacağına okullar, sanat evleri ve kütüphaneler yapılsa bu acılar yaşanır mıydı hiç?” Ve o muhteşem şiir yüreğimden geçti dize dize…
Memleket isterim;
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun,
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim;
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun,
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim;
Ne zengin-fakir, ne sen-ben farkı olsun,
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim;
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun,
Olursa bir şikâyet ölümden olsun. (Cahit Sıtkı TARANCI)
Sinop içimde derin sızılar açan, şimdi müzeye dönüştürülmüş Tarihi Sinop Cezaevi olarak kalsa diğer güzelliklerine, aydın insanlarına haksızlık olurdu. Bazılarının “Karadeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” diye betimlediği, Türkiye haritasında kanatlarını keyifle açmış kalender bir güvercine benzeyen Sinop’un gece yukarıdan görünüşü ise bana; içinde gizli bir can taşıyan, iki yana açtığı kolları ile denizin üstüne yüzyukarı yatmışken başsız gövdesi ve simli-pullu esvabı ile çarka dönen bir kadın dervişi çağrıştırdı. Hapishanenin bu güzel dervişin yurdundan tüm vatana yayılan acılarının mazide kalması ve bir daha yaşanmaması en büyük dileğimizdi…
***
Gezideki uğraklarımızdan biri de kentin kapılarını bir gece yarısı aşık olduğu Türk komutana açıp teslim eden kızına Bizans tekfurunun sitemi; “Kastın neydi Moni?”den Gastımoni’ye ordan da Kastamonu’ya evrildiği rivayet edilen Kastamonu’ydu. Kenti yanıbaşına konduğumuz Şerife Bacı heykeli ile selamlıyoruz. Şerife Bacı, asker eşini Kurtuluş Savaşı'nda yitirdikten sonra kendini yaşlı kadın ve erkekler ile birlikte İnebolu'da bulunan cephaneleri Ankara'ya götürülmesine adayan, sırtında çocuğu ve kağnısıyla cephane taşırken Aralık 1921'de donarak ölen ama kalan ısısıyla sırtındaki bebeği yaşatan ölümsüz kadın kahramanlarımızdan biri. Minnet anıyor, önünde saygıyla eğiliyoruz.
Anadolu cennetinde kentlerin, köylerin ve orada yaşayan varlıkların içlerine sinen, rengine çalan özgün yanları vardır ya, çoğumuzun bildiği ve güldüğü gibi Kastamonu’nun da bir zamanlar Ilgaz Dağı’nda bir tabelada yazdığı söylenen; “Ayı çıkabülü, daş düşebülü!”, az sonra da “telüke geşdü!” gülmecesi de bunlardan biridir. Kastamonu’muzu bunun yanısıra geziden önce öğrenip gülümsediğim veciz sözü ile de yâd edeyim;
“Gelen gelü, gelmeyen gendü bilü…”
Şimdi burada bir es verelim –benlik değil hoşluk olsun diye- Onlar gibi diyelim;
“ -Yazının devamına gelen gelü, gelmeyen gendü bilü…” Devamında görüşmek dileğiyle, sağlıcakla…