Sevgili Canlar,
Göçebe hayatının çoğunu Antalya’nın Elmalı İlçesi’ne bağlı Akçaeniş Köyü’nde geçiren babamız Hamza TANAL, köyümüzdeki adıyla “Eyvaz Baba” tahmini 1930 yılında Tahtacı olan aile ve tavlıkası (akrabaları) yurttan yurda göçerken Serik’in Kaşdanlar Köyü’nde doğmuş. 27 Kasım 2007’de Hakk’a yürüyene kadar yaşadığı ömürde aldığı hemen her nefesi değer katarak geri vermiş bir insandı. Çalışkan, erdemli bilgili ve yürekliydi. O, bu örnek davranışlarını Türkiye’nin dört bir yanından köyümüze ve Abdal Musa Dergâhını ziyarete gelerek kendisiyle tanışan insanlara devamlı surette hikmetli kelamlar söyleyerek taçlandırırdı. Öyle ki bilim insanlarından halka birçok insanın zihninde en çok bu muhteşem anlatıları ile kalmıştır. Gelenekten gelen, kıssadan hisse veren yaşanmış ya da hayal edilmiş bu olayları anlatırken yaşar, güzel yüzünde beliren aydınlığın ışığı ile adeta kendi efsaneleşir, dinleyenleri olayın içine çekip yüreklerinin en ulaşılmaz yerine değerdi. İşte akşamlardan bir akşam o anlattıklarından kayda geçen, sizin de yüreğinizi ısıtacağını umduğum dört efsanesini kendi diliyle paylaşmak istedim.
Şavkı bol, devri daim olsun…
TAKDİR TEDBİRİ, TEDBİR TAKDİRİ BOZAR MI?
“Kartal ne kadar yüksek uçarsa uçsun, mukadderatın altında kanat çırpmaya mahkûmdur…”
25 Ocak 1989. Gece saat 20.00 sıralarında Akçaeniş Köyü’ndeki fakirhanedeyiz. Ben Hamza TANAL. Hatay’ın Kırıkhan kazasının doğusunda Habip Nacar Dağları diye bir dağ geçer. Bu dağda asırlar evvel süregelen bir efsane vardır, şöyle ki;
Habip Nacar isimli evliya bir gün evinde otururken iki kişi ona bir şey danışmak için gelirler. Adamlar “Takdir tedbiri mi? Tedbir takdiri mi bozar?” diye bir fikir tartışmasına girerler ve bunu gelip Habip Nacar’a sormaya karar verirler. Gelip sordukları zaman Habip Nacar o an için o suale bir yanıt verme yetkisinde değilmiş. Ocağa bir cezve sürmüş ve onlara;
- İzin verin, bir namaz kılıp geleyim, demiş. Öbür odaya giderek teheccüt namazında (dilek - hacet namazı) dalarak batın âlemine danışmak ister. Tam sağa selam verip sola dönerken, dünyanın bütün çeşit ve hoşa giden renklerini zerinde taşıyan bir kuş peydah olur. Bilerek veya bilmeyerek, hayal ve rüya gibi bu kuşun ayağına yapışır. Sonra bir gözünü açar ki havada gidiyor. Bıraksa yere düşecek, bırakamıyor. Bir müddet gittikten sonra denizin ortasında bir ada, adada büyük bir saray, sarayın büyük bir bahçesi, bahçedeki ağaçlarda bütün dünyanın çeşit meyveleri. Kuş onu oraya indirir ve kaybolur. Tam onun oraya indiğini görünce 10-15 yaşlarında bir delikanlı hemen gelir ve adama yapışır. Der ki;
- Sen in misin, cin misin? Buraya nasıl ve nereden geldin? Burada benim haricimde bir karınca dâhil hiçbir canlı yoktur? Ama şimdi buraya anamla babam gelir, gelme saatleri yakın, onlar seni görürse öldürürler. Ben seni gizleyeyim. Onlar gelir ve çabuk dönerler, der ve onu gizler. O sırada da anasıyla babası gelir, çocuğu yedirir, içirir, öper, severler ve giderler. Onlar gidince Habip Nacar’ı çıkarır çocuk. Der ki;
- Ben bir padişah oğluyum. Bu gelenleri gördün ya, onların birisi anam, birisi babamdır. Babamın kırk karısı, hayli de çoru çocuğu olmuş fakat hiç erkek çocuğu yokmuş. Zamanın müneccimleri, remilcileri benim anamla evleneceğini, anamdan benim doğacağımı, fakat benim 14-15 yaşlarına geldiğimde Türkiye’den Habip Nacar isimli bir evliyanın beni katledeceğini söylemişler. Babam annem de bu adaya bu sarayı inşa ederek beni de burada büyütmeye başlamışlar bu korkunç sonu engellemek için. Sen olsan olsan o evliya olabilirsin, der. Demesiyle Habip Nacar’ın elleri titrer, taaccuba kapılır,
- Evet, ben O’yum ama ben senin gibi bir delikanlıyı, arada hiçbir vesile yokken ne vicdanla katlederim? der. Çocuk da;
- Boşver, der. Gel bahçeme gidelim, gezelim. Gezerler, bir ağacın yanına varırlar. Dünyanın en nefis, en lezzetli meyvesi varmış onda. Çocuk demiş ki;
- Omzuma çık şu ağacın meyvesinden indir, yiyelim, bu çok nefistir, der. Habip Nacar çocuğun omzuna çıkıp, meyvenin bir tanesine yapışmış. Ne kadar asılsa, sağa sola kıvırsa da koparamamış. Çocuğa;
- Koparamadım evlat, demiş. Çocuk da;
- Dur baba, benim cebimde ustura var, onu vereyim, kes. Veriyor. O da “bu nasıl kesiyor” diye yukarıya bakarken ustura elinden düşmesiyle çocuğun kafasını gövdesinden ayırıyor. Habip Nacar başlamış çırpınmaya, ağlamaya, sızlamaya. “Allahım nedir bu benim başıma gelen?” diye. “Arada hiçbir vesile yokken ben buraya bu delikanlının katili olmak için mi geldim?” diye çırpınırken kuş yine gelmiş. Kuşa;
- Ya mübarek, beni sen buraya katil olmak için mi getirdin? Nedir bu başıma gelen, derken yine kuşun ayağına yapışır. Gözünü açmış ki evine gelen misafirler bekliyorlar. Demiş ki;
- Sizi çok beklettim, kusura bakmayın. Onlar da;
- Hayır, demişler. Daha bir an meselesi. Köze koyduğun kahve daha ısınmadı… Onlara kahvelerini verip anlatmaya başlamış;
- Bilir misiniz ben nereye gittim? Hiç bilmediğim bir memlekette, deniz ortasında 14-15 yaşlarında bir delikanlıyı katlettim geldim.
Takdir Allahın, tedbir insanlarındır. Allahın takdiri hiçbir tedbirle bozulmaz…
KÖY ODASI VE HIZIR EFSANESİ
Hali vakti yerinde, misafirperver yaşlı bir adam bir köy odası yaptırmış. Bu köy odaları gelip giden garibanların barınağı, onların binek atlarının takılarak samanının, arpasının, yeminin, yiyeceğinin, yatıp kalkacağı şeylerin temin edilmesi için yapılmış bir mekândır. Ona şahıs ya da köy bakar. Ama bu oda bir yaşlı şahsınmış ve bu adamın da dört oğlu varmış. Adam bir gün ömrünün son demlerini yaşadığı bir dönemde oğullarının ağzından şöyle bir söz işitmiş:
- Ya babamız öldükten sonra biz bu odadan, el aleme hizmet etmekten ne bekliyoruz? Bu odayı kapatalımın (kapatalımın yerel dilde çoğul yapılan eylemleri anlatır. Örneğin: Gidelimin, hep birlikte gidelim anlamındadır.) Babası bunu duyunca dört oğlunu ve dört gelinini toplatmış, onlara misal olsun diye;
- Evlatlarım, demiş. Evinizde ne kadar kaşığınız varsa alın gelin. Açık bir yere bir ateş yaktırmış. O zaman şimdiki gibi madeni kaşık yok ki, hepsi tahta kaşık. Ateşin tam alevli yerine kaşıkları attırmış. Ateş yanmış yanmış, közlerin en kubur (harlı) yerinde kalan beş tane kaşık yanmamış. Babası;
- Gördünüz mü, demiş?
- Gördük, demişler.
- Bunlar niye yanmadı biliyo musunuz?
- Hayır babacığım, demiş çocuklar.
- Bizim odamıza bu sene beş kere Hızır uğramış. Hızır’ın ağzına değen kaşık yanmaz. Bu odanın bir piri vardır. Bu odaya bütün iyi insanlar gelir. Zaman zaman Hızır’da uğrar. Hızır bazen topar, sakat vaziyette de gelebilir. Onun için bu odayı benden sonra gücünüzün yetene değin kapatmayın, çalıştırın. Ben öldükten sonra miras konusunda aranızda ihtilaf çıkmaması için benim mallarımı, örneğin bir vilayet aşırı memlekette benim bir hacı arkadaşım var, kalp gözü açık biri. Ona gidin, söyleyin o sizin mallarınızı bölüştürsün, aranızda kırgınlık olmasın, demiş.
Çocuklar babaları öldükten sonra da 40 yemeğini verip babalarının vasiyetine uyarak yola düşmüşler. Gitmişler, gitmişler, gitmişler, bir memlekette bir odaya misafir olmuşlar. Ama babalarının tarif ettiği adamın o adam olduğunu bilmiyorlarmış. Hane sahibi onlara yemek getirmiş. Getirdiği yemekte et yemeği ve pekmez varmış. Onlara yemeği verdikten sonra adam dönmüş ve kapının arkasından da onları dinlemiş. Arkasından büyük abileri;
- Ya bizim oda sahibi ağa kırık dölü, demiş. Öteki;
- Ya abi sen öyle diyorsun ama bu et yemeğinde köpek soluğu var, demiş. Diğeri;
- Bu pekmezde insan kanı var, dördüncü kardeşleri de;
- Abi, bu ekmeği pişiren kadın cünüpmüş, demiş.
Adam dinlemiş hepsini;
- Allah Allah, nasıl olur ya?” demiş. Dönüp gitmiş, doğru anasının yanına varmış.
- Ana doğru söyle ben kırık dölü müyüm demiş?
- Oğlum demiş, evet. Baban 20 sene askere gitti. Onun geleceği devreler benim bir adamla ilişkim oldu. Sen onun oğlusun. Adam;
- Eyvah, demiş tamam...
- Peki, o et ne etiydi?
- Komşunun beside bir çebişi (keçinin küçüğü) vardı. Onu komşunun köpeği parçalamış da kesmişler, biz de ondan aldık, demiş.
- Peki, pekmez nerden?
- Filancaların mezarlığın yakınında bir bağları varmış, o üzümlerden pekmez kaynatmışlar, pekmez de ordan, demiş anası. Ordan hanımının yanına gitmiş.
- Hanım sen bu ekmeği pişirirken boy abdesti almadın mı?
- Aman adam sorma, ben o gün geç kalmışım, gusül yapmadan ekmek yapmaya başladım, demiş. Tabi yalan söylemek yok. Sabah olmuş, misafirlerin yanına gitmiş.
- Eee arkadaşlar, söyleyin bakalım. Akşam siz biraz laf konuştunuz. Benim kırık dölü olduğumu kim söyledi? Büyük kardeş;
- Ben söyledim, demiş.
- Ne bildin, demiş?
- Bizimle oturup ekmek yemedin de ordan bildim, demiş.
- Peki, ette köpek soluğu olduğunu kim bildi?
- Ben, demiş onun küçüğü.
- Sen nerden bildin?
- Eti yiyince içimde bir öfke, saldırganlık hissi oluştu da ondan bildim, demiş.
- Ya pekmezde insan kanı olduğunu kim bildi?
- Ben demiş, ortanca oğlan.
- Sen ne bildin?
- Pekmezi yiyince garip bir uyku hali geldi, hafif içim geçer gibi oldu, ondan, demiş.
- Peki, ekmeği yapan kadının cünüp olduğunu sen ne bildin? demiş küçük oğlana.
- Ekmeğin bir tarafı kabarmış, bir tarafı kabarmamıştı, ben de ondan bildim, demiş.
- Peki, siz necisiniz, nerden gelip nereye gidiyosunuz? diye sormuş.
- Biz filan memleketten, filan hacının oğluyuz. Babamız ölmeden bize; “Ben öldükten sonra malları bölüşmek, delalete düşmemek için filan köydeki arkadaşıma gidin, mallarınızı O taksim etsin” dedi de biz O’na gidiyoruz, O’nu bulucaz, demişler.
- Haaa çocuklarım, babanızın arkadaşım dediği adam benim. Ama siz bu vaziyette olduktan sonra bana hiç ihtiyacınız yok. Geriye evinize dönün, mallarınızı kendiniz benden daha iyi bölüşürsünüz. Hadi gidin, geçincemenize bakın, demiş.
Ben de bu efsaneden duygulanarak 1968 senesinde köy odası yaptırdım, odam hala çalışmaktadır. Gelen garibanlar barınır. Bazen daha değerli misafirler olursa onları evimde misafir ederim. Bu şekilde devam edip gitmekteyiz…
KURUKAFA EFSANESİ
Vaktiyle bir mezarlık kenarındaki tarlasında çift süren bir çiftçinin sabanının demirine bir iskelete ait kuru kafa takılmış. İskeletin alnında;
“ Kırk cana kıydım, kırk bir cana daha kıysam gerek!” yazıyormuş.
- Allah Allah, bu ne, demiş adam. Ölü, cansız bir kafatası kırkbir cana nasıl kıyar?” Sonra kafatasını almış, bir taşla önündeki mezartaşında un haline gelene kadar ezmiş kurukafayı. Sonra bir yağlığa çıkılayıp eve gelince kapının üstüne sokmuş çıkını. Karısı görmüş onu;
“Adam, o ne?” demiş. “Sancıotu” demiş adam. Adamın 15-16 yaşında bakire bir kızı varmış, bir gün kızı bir sancı tutmuş. Şimdiki gibi doktor yok ya, anası neler ettiyse dindirememiş sancıyı, derken aklına kapının üstündeki çıkın gelmiş.
- Ay kızım baban bir sancıotu koymuştu şuraya, onu sana içiriyim, inşallah ondan bir şifa görürsün, demiş. İndirmiş tozu, bir tas suyun içinde bulayıp içirmiş, kızın sancısı geçmiş. Aylar sonra kızda hamilelik belirtileri başlayınca merak etmişler “Bu nedir?” diye. Bakire kız, kendini de biliyor ya şaşmış kalmış bu işe. Gel zaman git zaman kızın doğum zamanı gelince hayvan dalağına benzer el kadar bir et parçası doğurmuş. O zaman bu dalak dile gelmiş ve annesine hiç sıkıntı yapmamalarını, onun bir günahı olmadığını söylemiş ve yaşlı adama;
- Dedeciğim beni bulduğun yere götürüp göm, demiş. Götürüp gömmüş adam.
Günlerden bir gün yine orda çift sürerken yoldan zaptiyeler geçiyormuş. Dalak dile gelip;
- Dede, demiş. Şu zaptiyelere söyle, ekmek yedikleri filanca çeşmenin başında değerli evraklarını unuttular. İlerde vardıkları yerde haberleri olursa geç olacak, padişah da ihmalleri yüzünden onları idam ettirecek’…
Seslenmiş zaptiyelere, çantalarına bakmış zaptiyeler gerçekten de evrakları yok, hemen dönmüşler, alıp gitmişler.
Bu arada o ülkenin padişahın hanımı sarayın penceresinden bakarken yoldan bir balıkçı geçiyormuş. Küfe içindeki balıklar padişahın hanımına pencereden gülmüşler. Bütün halk görmüş bunu, “Padişahın hanımına balıklar güldü!” diye konuşmaya başlamışlar.
Bu vesveseler padişahın kulağına kadar gidince bütün memleketin müneccimlerini, rembilcilerini toplanmış ya; “Bu balıklar padişahın karısına niye güldü?” sorusunun cevabını kimse bulamamış. Bunun üzerine o gün evraklarını unutan zaptiyeler;
- Padişahım demişler, biz bir zaman filan yerden geliyorduk, bir evrak kaybettik. Yolda bir çiftçi bize haber verdi. O bizi bilmiyordu, biz de onu bilmiyorduk ama evrakları unuttuğumuzu bize o dedi. Bunu bilse bilse o bilir, demişler. Padişah;
- O kimse bulun getirin, demiş. Zaptiyeler gitmişler, “Şu tarla kimin?” diye sorup adamı evinde bulmuşlar. O’na;
- Baba seni padişah çağırıyor, demişler. Adamı alıp götürürken mezarlığa gelmişler. Tabi ora da yol üzeri ya, mezarlıklar hep yol üzeri olur ibret için, orda gömülü dalak adama seslenmiş;
- Dede, demiş beni de götür, ben sana lazım olucam! Adam da onu alıp çantasının içine koymuş. Vardıkları zaman dedesine;
- Bir hafta padişahtan izin iste, dinlen, demiş. Bir hafta dinlenmiş, padişahın huzuruna çıkmış.
- Dedeciğim, diyeceksin ki; “padişahım eğer doğruları söylediğimde beni idam etmezsen ben sana gerçekleri açıklayacağım”. Dede de öyle yapmış. Padişah da ona;
- Hiç çekinme, gerçek neyse anlat, demiş.
- Padişahım senin hanımın kırk tane vezirinle ilişki kurmuş. Balıkları gördüğü zaman balıklardan tiksinmiş, “Ay kokuyorlar!” falan demiş. Balıklar da demiş ki;
- Biz Allahın bir nimeti olarak satılıyoruz, insanlara nasip oluyoruz. Ya sen padişah hanımı olarak üstündeki musibeti görmüyorsun da, niye bizden tiksiniyorsun? Kendine gülmüyorsun da bize niye gülüyorsun? Esas tiksinilecek olan sensin!” diye senin karına gülmüşler, demiş. Çağırmış padişah hanımını, tabi şimdiki gibi yalan söylemek yok ya;
- “ Evet, öyle…” demiş hanım. Vezirlerin kırkını da sırayla çağırtmış. Evet padişahım, öyle demişler.
Bunun üstüne padişah kırk vezirini ve karısını idam ettirmiş, adama da külliyetli para vererek memleketine uğurlamış. Köye varmışlar, mezarlıktan geçerken dalak;
- Dedeciğim benim vazifem bitti, beni buraya göm, evine git, demiş…
HACI BEKTAŞ VE AVANOS KEŞİŞ
Biz aşığız söz söylesek sözümüzde yalan olmaz,
Sır içinde sır biliriz, hiç kimseye ayan olmaz…
Bir gün Hacı Bektaş-ı Veli dervişlerinden birine 3 yük buğday yükletiyor,
- 3 yük buğdayı Denizli’de Avanos Keşiş’e götürün, diyor. Derviş herhalde Akşehirliymiş. Yolda kendi memleketine gelince;
- Ben 10 senedir Hacı Bektaş-ı Veli’nin müridi olarak dergâhta hizmet ediyorum. Benim ailem var, çocuklarım var. Demedi ki;
- Şu bir yük buğdayı da kendi evine, çocuklarına götür, temizledi keşişe buğday gönderiyor. Ordan saptı, evine gitti, ailesini, çocuklarını gördü, 2-3 gün orda kaldı, bir yük buğdayı orda boşalttı. Tekrar 1 yük toprakla samanı o iki yük buğdaya kattı, üç yük yaptı, sürdü doğru Denizli’ye gitti. Denizli’ye gidince kime Avanos Keşiş’in evini sorduysa herkes .iktir ettiler, Ermeni sandılar. Akşam oldu, yer bulamadı, Avanos Keşiş önüne çıktı ama bilmiyor. Kılığını görünce, tabi adını sormaya da çekiniyor ya yine de soruyor;
- Dostum, bana Avanos Keşiş’in evini gösterir misin?
- Gel, diyor, doğru evine götürüyor. Eşine;
- Hanım diyor, yiyeceğimiz var mı?
- Var var, daha üç günlük yiyeceğimiz var, demiş. Bunun üzerine;
- Bu akşam bize buyur, demiş dervişe. O’nun Avanos Keşiş olduğunu öğrenen derviş gitmiş, yükünü getirip yıkmış, gelmiş sedire kurulmuş. Avanos Keşiş dervişin getirdiği buğday için;
- Hz. Pir zahmet etmiş, kendi büyüklüğünü göstermiş, bana göndereceğine senin gibi bir dervişine verse olmaz mıydı? demiş. Bunun üzerine derviş O’na nasihat etmiş;
- Bak, demiş. Hacı Bektaş-ı Veli sana Suluca Karahöyük’den üç yük buğday göndermiş. Sen de gelsen Hacı Bektaş-ı Veli’ye mürit olsan olmaz mı? Keşiş;
- Hacı Bektaş-ı Veli bir tanedir iki olamaz. Ben ne kadar hizmet etsem de Hacı Bektaş-ı Veli gibi olamam. Senin gibi müritliği de ben istemem. Üç yük buğdayı getirip de evde saman, toprak karıştıran müritliği hiç kabul etmem demiş.
Cübbesini bir kaldırmış ki cübbenin altında Hacı Bektaş-ı Veli…