Merhaba… Bu yazımda size birkaç ay önce “yeniden karşılaştığım” tanıdıkça büyülendiğim, Anadolu gibi bereketli, hoşgörülü, “Kal-ü Beladan” beri hısımımız olan bir varlıktan, sukabağından söz edeceğim. Bizim buralarda bir işin hakkını verip helalleşmeye “yerine yatırmak” denir. Bugüne kadar yazdıklarım içinde bu tanıma uyanların insana ne denli huzur verdiğini görüp bu yazıyı “yerine yatırma”nın gecikmesini dert etmedim. Şairin; “bekler bazı şiirler bazı yaşları” dediği gibi bazı yazılar da kilit taşı sözcük, cümle veya düşünceler bir yerlerden bulunup gelmeden tamamlanmıyor. Başlığa gelince; bir film vardı bilirsiniz, başrol oyuncusu yaşlı iken başlayıp beşikteki haline doğru geri sarılan. Bugün anlatacaklarımın izini süreceğimiz süreci o filmdeki gibi beşikten alıp mezara taşımaktansa ölümün elinden alıp yaşama, umuda taşımak olarak tanımlamak istedim. Bu amaçla çoğumuza göre yaşamdaki eşiklerinin sonuncusu, kimimize göre de sonsuzluğun başlangıcı olan “o” aşamasına “eşik” demeyi uygun buldum. Ve bu iki büyük eşik arasında pek dikkatimizi çekmeyen ancak benim yaşamımda yeni bir kulvar açan, Azerilerin dediği gibi bu “mehebbetli” varlığın izini sürdüm.
İşte sizleri yıllar sonra köyümden çok uzakta, Alanya Kalesi’nin surlarındaki eski Tophane’de kurulu, altından yol, içinden rüzgâr geçen “Alanya Sukabağı Evi”nde yeniden karşılaştığım, kocaman karnında bereket, sabır, şifa, estetik gibi sayısız iyiliği barındıran bir varlıkla yarenliğime katıştırmak, 37 yıldır onların dilinden konuşup onlarla yolculuk eden sukabağı ustası Sevgili Ümit ÇAĞLAR’dan aldığım ilk ve temel bilgilerle çıktığım yolda sırlarına vakıf oldukça büyülendiğim bu hikmetli varlıkla (yeniden) tanıştırmak istiyorum. Öyle uzun boylu, bir yıl bile değil, aç gözün, yum gözün üç mevsimde yetişebilen ama her biri çağlar sonraya ulaşan bu efsanevi abideleri umarım sizler de benim kadar seversiniz.
Şöyle azıcık eskiye dönersek gün boyu küllü ya da duru suları kazanlardan çamaşıra, bulaşığa, yitirdiğimiz canlarımızı paklayıp uğurlamaya ya da köy çeşmelerinden evlerimize çekerken kullandığımız bir yeri yuvarlacık oyulmuş sukabağı tasları, su kaplarını anımsarız. Bu su vb. konulan topacık kaplara bizim köyde “Tabalak” denir. Benim güzeller güzeli Çakır Ebe’m kurusuna tuz katardı. Tuz tabalağı ocaklığın böğründe asılı durur, elleri içine girip çıkarken güzelim gabak gurularına, gabıklı fasillelere, tahranalara tuz değil adeta bal taşırdı…
Doğa Ana’nın pek çok mucizevi çocuğu gibi ilk çağlardan beri kullanılagelen en doğal hammadde ve gereçlerden biri olan sukabaklarının ilk kullanılışı da insan gereksinimlerinden doğmuştur. Çağlar çağlara aktıkça koca ana, suyu pek bir seven bu gürbüz çocuklarını yaşamın pek çok işine koşmuş. Peki, nedir bu tombul ve sevimli varlığın beni bu kadar çarpan mucizevi yanı? Anlatmayı ibadet sayarım ki sukabaklarının yararları saymakla tükenmez, zaten ben de tüketmek değil birlikte çoğaltmayı ve paylaşmayı diliyorum. Aslında; “sukabağından ne yapılır?” yerine; “sukabağından ne yapılmaz?” demek daha uygun olur. Gelin çoktandır düşünmediğimiz pek çok işlevini anımsayıp, yenilerini de birlikte keşfedelim;
- İlk çanak-çömlekler onlardan oyulmuş. Bunu tas, kaşık, çatal, bardak, baharat ve bakliyat saklama kapları, vb. araç - gereçler izlemiş. Örneğin “Gülle” denen sukabağı cinsi sepet yapımında kullanılmış.
- İnsanlar yüzmeyi ilk önce uzun sukabaklarına tutunarak öğrenmişler, aynı şekilde sukabakları deniz ulaşım araçlarının şamandıraları olmuşlar.
- İlk çıngırak fikri içindeki çekirdekler tıngır mıngır salınan sukabaklarından doğmuş. Kınalı kuzular Çin malları gelmezden evvel minicik elleriyle sarmaladıkları bu yuvarlacık canları sallayıp çıkan tini mini seslerle dünyayı keşfetmeye çalışmışlar.
- İlkçağlardan beri su ve yağ kapları –bir süre içine konan çakıl ve deniz suyu ile eğlendikten sonra- sıvı tutmaya hazır hale getirilen sukabaklarından yapılmış. Sıvıların hem saklanmasında hem de taşınmasında yararlanılmış.
- Sukabağından kabak kemane gibi telli, darbuka ve marakas gibi de vurmalı çalgılar yapılmış, yapılmaktadır.
Ülkemizde de sukabağının günlük yaşamda aşağı yukarı bu şekilde kullanılırken 1970’lerde işin içine bir de estetik boyut girmiş. O tarihlerden sonra güzel ilçemiz Alanya başta olmak üzere Ege’nin bazı yerlerinde turistik amaçla yapılan örneklerini gördüğümüz sukabakları abajur, avize mumluk, rüzgâr çanı, gece lambaları, saksı, vazo, nargile, çanta, oyuncak, takı ve heykel gibi sayısız yaratıya dönüşmüş.
Sukabağı Kabakgiller familyasından (Lagenaria Sicenaria) tek yıllık, sarmaşık bir kültür bitkisidir. Halk arasında; Alanya’da “Susak ya da Kevki”, Salihli - Kurttutan Köyü’nde “Alavırt ya da Alavur”, Gaziantep’te “Hayran Kabağı”, Girit Göçmenlerince de “Kafkali” denen sukabağı Anadolu’nun kimi yerlerinde Testi, Kantar veya Asma Kabağı olarak da adlandırılır. Tırmanıcı, sarılıcı, 2-3 metrelik kollar uzatan, saplı, beyaz çiçekli, otsu bir bitkidir. Anavatanı konusunda rivayetler muhtelif olmakla birlikte birçok özelliğine bakılırsa Anadolulu olduğu görülecektir. 10-25 cm çaplı küremsi ya da daha çok testi biçimli, uzunca saplı, kuruyunca açık sarı, devetüyü rengi alan kabaklar verir. Bütün sulak alanlarda, özellikle de Ege ve Akdeniz Bölgesi’nde yetiştirilir. Her biri rüzgârı aralarından tiril tiril etekler gibi huşuyla süzen yaprakları ile doğal birer iklimlendirici, bu geniş yaprakların yeşil dokusunda akşamları apapbağı (bembeyaz) açan, ağaçları ve ağdığı çardakları süsleyen çiçekleri ile benzersiz bir hayma(tente)dır. Tohumları (çekirdek) saponin, sabit yağ ve reçine içerir. Bu kabaklar dar bir yüzeyi kesilip açılarak çekirdekleri çıkarıldıktan sonra içi boşaltılarak su kabı olarak; ya da kesmeden dekoratif amaçla kullanılabilir.
Sukabağından ayrıca çeşitli kuş betimlemeleri de yapılabilir. Ama siz yaşamınızda kuşların sukabağı heykellerini evet ama daha çok canlılarını görmek isterseniz o zaman bu uğurda biraz çaba göstermeniz, göstermemiz gerekiyor. Sukabağından içi süngerli olduğu için doğanın minik mucizeleri kuşları soğuk ve sıcaktan koruyan, dış yüzeyi kaygan olduğu için açık alanda fare vb. hayvanların tırmanamadığı, 20-25 yıl dayanan konforlu kuş evleri yapılabilmektedir. Bu kuşevlerinin doğada o kadar önemli bir işlevi vardır ki ben duyunca çok şaşırdım. Ağaçlarımız kesilerek, yanarak giderek de suların borulara hapsedilmesi ile susuz bırakılarak günden güne tükenmesine giden süreç serçe, saka gibi onlarca kuşun da yuvasız kalmasına yol açıyor. Bu da çevresel dengenin alt üst olmasına, başta sivrisinekler, kurtçuklar, hamam böcekleri gibi 60 zararlı canlı türünün çoğalmasına yol açıyor. Bunları azaltmak için belediyeler kimyasal ilaç kullanıp havayı kirletirken başta çocuklarımız olmak üzere çoğumuz zehir soluyarak en basitinden bronşit, astım gibi hastalıklara daha çok yakalanıyoruz. İşte sukabağından yapacağımız kuşevlerini balkonlarımıza, camilere, kalan ağaçlarımıza asarak doğal döngüye bir nebze de olsa katkı sağlayabiliriz.
Yalnız araç - gereç ya da süs değil bir lezzet kaynağı olarak da muhteşem bir bitkidir. Birçok bölgemizde, özellikle de Güneydoğu’da kızartması, etli dolması ve “sikonta” denen yemeği yapılır. Büyük zahmetle yapılan, bir gece yıldız görmesi gerektiğine inanıldığı için açık havada dinlendirilen bu yemek çok sevilen ve saygı duyulan konuklara sunulur. Tatlısı, reçeli bir de Güzel Alanya’mızda taze dilimlerinin kaynayan pekmez şerbetine batırılması ile elde edilen ve “Kırtakı” denen şekerlemesi yapılır.
Halk hekimliğinde de tazesinden idrar artırıcı, kabızlık giderici, ateş düşürücü özellikleri ile yararlanılan sukabağı kuruduktan sonra da içine sıcak su konup bekletilerek lifleri suda yumuşatılır. Bu şekilde hazırlanan suyunun -ki bu dilimize; “kabak suyu” deyimiyle girmiştir- içilmesi halinde astım, bronşit hastaları tedavi ettiği, çekirdeklerinin de ülser için iyileştirici olduğu bilinmektedir. Bitkinin insanımızın -hırpalayarak seven tarzından olsa gerek- “arsız” diye tanımladığı bir güzelliği de Anadolu gibi bire bin veren yanıdır ki bir tohumdan ortalama 10-15 sukabağı elde edilebilmektedir.
Sukabağının beni kendine hayran eden bir diğer mucizesi de zehirli kimyasallarla günden güne kirletilip giderek kullanılamaz hale gelen sadık yârimiz kara toprağın hepimizi endişelendiren geleceği konusundaki umut ışıklarından biri olmasıdır. Sakarya Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyeleri ile TÜBİTAK’ın ortaklaşa yaptığı bir çalışma sonucunda bütün kabak türlerinin topraktaki kimyasal maddeleri çekerek toprağı birçok zehirli maddeden arındırdığı tespit edilmiş. Sakarya Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü’nün 10 yıldır Amerika ve Kanada’da çeşitli üniversiteler ve devlet kuruluşları ile ortak çalışmalar yürüten ve konu ile ilgili görüştüğümüz Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mehmet İşleyen, topraklarımızda kullanımı 28 yıl önce yasaklanan DDT başta olmak üzere birçok zararlı kimyasal maddenin halen var olduğunu ve kabak türlerinin toprağın kimyasallardan arındırılması konusunda büyük önem taşıdığını kaydetmiştir. Sukabağının bu başarısını Batı bizden daha önce bulmuş olmalı ki, Amerika ve Kanada’da bu amaçla kabak ekilerek imha edilmekteymiş.
Bu sevindirici bilimsel çalışmadan biri iyi biri kötü iki sonuç çıkıyor. Kötü olanı; kabak üzerine aşılanan ve kanserojen özelliği herkesçe bilinip kabul edilen karpuz tehlikesi. Bu hassas ve can yakıcı konunun irdelenmesini başka bilim dallarına, tüketim talebini de herkesin kendi bilincine bırakarak konumuzla ilgili iyi sonuca bakalım ki o da; kabak türleri içinde hem toprağı temizleme hem de sadece besin maddesi olarak tüketilmeme, başka nesnelere dönüşebilme yetisi ile sukabağının tür içindeki yararlılığı ve üstünlüğüdür. Yani sukabağı dikerek hem topraklarımızı arındırabilir hem de büyülü yaratılara dönüştürebiliriz.
Topraktaki zararlı maddeleri çeken bu hayat mıknatısının saymakla bitmeyen yararlarını, kültürümüzdeki yerini tekrar anımsatmak gerekirse; olmaz olası plastik eşyalar bizi bu denli, kangren gibi sarmazdan evvel Anadolu insanı büyük sukabaklarına yoğurt mayalamışlar, bal, zeytinyağı, pekmez ve su taşımışlar. Kızılderililer ve Yeniçeriler su kabaklarını matara olarak kullanan toplulukların en bilinenleridir. Geçmiş yıllarda köylerde çamaşır ve cenazeler su kabaklarından yapılan taslarla su dökülerek yıkandığı gibi insanlar ölümlük hazırladıkları kefen bezi vb’nin yanına su kabakları da koymuşlar.
Halk Edebiyatımızda bazen kendi düzde, çocukları bizde yatan “Uzun Osman”ımız, bazen de elsiz ayaksız ağaçlarda dolaşıp komşuda gezen bir varlık olarak betimleyip bilmecelerimizde; “Allahın işi, karnında dişi” diye sorduğumuz “bostan borusu” sukabakları fiziksel dünyamız gibi, türkü, mani, atasözü ve deyimlerimiz gibi içsel yaratılarımıza da girmiştir. Yüzyıllardır;
“Ye kabağı, at göbeği!” deyip göbek, “Kabağı da boynuma takarım aman, hovardayı gözünden çakarım aman!” diye nara atmış,
“Linga da linga lingabak vay vay,
Aman açılır bad-ı sabah, heeyyy!
Aman sen şeker ol, ben kaymak,
Aman yiyelim parmak parmak heeyyy!!!” diye havalar çekmişiz.
“Avludan atlar, komşuya yumurtlar” ya da “Bir küçük heykel, dibi yassı başı kel :)” gibi muzipçe sorulan bu güzel varlığın adını bulunca yitiğimizi bulmuşçasına sevinmiş, “Upuzun bir ipe bağlı, koca başı köke bağlı!” gibi derin bilmecelerken yanıtı bilsek de manasını içten içe düşünmüşüz.
Anlayışı azıcık kıtımıza; “susak kafalı” demiş, umduğumuz gibi çıkmayanları da kabak çıkarıp “Kabak çiçeği gibi açılmış”larımızı ibretle izlemiş, “kabak tadı veren”lerimizden usanıp, kurnazımıza “deliksiz sukabağına girer!” diyerek işaret koymuşuz. “Gireceği delik sıçan deliği (iken) kuyruğuna kabak takmış”lara gülmüş, estetik anlayışımızı; “kabak tıkayla, kuşak tokayla, koyun takayla (çan)yakışır!” diye özetlemişiz. Sukabağı ile testiyi su taşımada kardeş saymış, testi gibi sukabağının da su yolunda kırılacağına inanmışız.
Kimi zaman; “Taş kabağa vursa kabak kırılır, kabak taşa vursa yine kabak kırılır!” diye kadere boyun eğip, çoğu zaman “aman kabak başımızda patlamasın!” diye hakkımızı aramaktan vazgeçmiş, Boşnakların; “Şeytanla kabak ekenin kabak başında patlar!” atalarımızın; “Deliksiz kabağa girsen de bulurlar!” diyen sözlerini kulağımıza küpe edip fena işlerden kaçınmışız.
Doğal, sağlıklı, bir malzeme olan sukabağı şekli bakımından da tıpkı daha geniş görebilsinler diye yuvarlak olan gözlerimiz, acıtmasın ve acımasın diye yuvarlanmış parmak uçlarımız ve bedenimizdeki daha birçok yaşamsal organımız gibi yumuşak hatlı ve insana uyumludur. Bu sıcacık ve uysal canlılardan ister en katışıksız haliyle yararlanabilir istersek bambaşka bir araçlara dönüştürebiliriz. Plastik vb’den yapılmış sanayi ürünü araç-gereçlere kendimizden bir şey katamazken sukabağında katabilir, zihnimizin çekmecelerinde saklı binlerce yetiyi keşfedip yeni yaratılar ortaya çıkarabiliriz. Doğadaki -ateş dışında- bütün doğal maddelerle uyumludur. Cam, iplik, metal, ağaç, taş ve daha birçok malzeme ile inanılmaz güzellikler yaratılabilir. Zahmeti ve masrafı azdır.
En güzel özelliklerinde biri de üç boyutlu bir tuval olmasıdır. Anadolu gibi her boyayı kaldırabilen ama bu işin sanatını icra edenlerce çabuk kuruyan su bazlı akrilik boyaların tercih edildiği bu tuvale istediğiniz görüntü ve hayali, Anadolu’nun eşsiz doğası, geleneksel zenginliği ve mimari ögelerini yansıtarak sayısız şekil ve nesneye dönüştürebilirsiniz.
Geleceğe emekle şekil verdiğimiz pırıltılı zihinlerle dolu bir eğitim sistemi için biçilmiş kaftandır. Birçok okul gereci hammaddesi için en doğal, ucuz hammaddelerden biri olup en önemlisi de elde kalan pek az varlıktan biri, “kendi bağımızın koruğu” yani “dışa bağımsızlık”tır. Kalitesiz Uzakdoğu mallarının işgaline uğradığımız bugünlerde bizi plastikle kuşatılan, boyun eğdiren sağlıksız yaşamdan özgürlüğe ve sağlığa götüren umutlu bir yolculuktur.
İnsanın “insan” hele de “insan-ı kamil” olması için yıllar yıllar gerekir ve hatta bu bile yeterli olmaz, son demde aslına en ilkel haliyle dönerken doğadaki hemen birçok mahsul gibi olgunlaşması insandan çok daha az zaman ve emek alan nimetlerden biri de sukabağıdır. Mart ayında ekilen sukabakları yaz boyu çektiği suyu sonbaharda geri verip hafifleyerek Ekim-Kasım gibi dolaşıma hazır hale gelir. Bu kadar kısa sürede yetişmesine karşın çok dayanıklıdır, uygun şartlarda ve usulünce kurutulursa asla çürüyüp yok olmaz, doğada çağlarca yaşar. Peru’da yapılan arkeolojik kazılarda toprak altından Milattan 10 bin yıl önceye ait sukabağından yapılmış çanak çömlekler çıkarılmıştır. Buluntular bugün Kaliforniya Ulusal Müzesi’nde sergilenmektedir.
Amerika, Kanada ve Avustralya da sukabağı tamamen sanat amaçlı kullanılır. İngilizcede sukabağına "Gourd" ondan yapılan sanatsal ürünlere de "Gourd Art" denmektedir. Bu ülkelerde sukabağı ile uğraşan 153.000 sanatçı bulunmaktadır. Bazı üniversitelerde sukabağı sanat kürsüsü, "Sunshine Gourd Collage" adlı özel bir de sukabağı sanat koleji vardır. Batıda Bongo, davul, Marakas ve banjo gibi tüm çalgıları sukabağından yapılmış orkestralar bile mevcuttur. Ülkemizde Babür BENDERLİOĞLU gibi sanatçılar tarafından yapılan sukabağı heykeller uluslararası alanda yüz aklarımızdır. Amerika’da da aynı tarzda çalışan 3-5 heykel sanatçısı bulunmaktadır. Amerikalılar kuru haliyle çok zarif, gizemli ve mistik bir görünümü olan bu varlıktan vücuda gelen sanata "Mother Nature's Pottery" yani; "Doğa Ana’nın Çömlekçiliği" demektedirler. Sukabağı ile uğraşmak zevklidir ve çoğu insanın bilmediği bu sanatın sırlarını keşfetmek insana bambaşka bir keyif verir.
Yapılışı da oldukça basit olan sukabağının ruhunu anladıktan sonra şekil vermek çok kolaydır. Bütün iş onu örselemeden, duyarak ve suyuna giderek çalışmaktadır. Kendisine yumuşak davranılmasını ister yoksa çatlar. Çünkü sukabağı saygı, sabır, hoşgörü, uyum ve yaratıcılık demektir. Daima gelişmek, üretmek, paylaşmak ve ruhsal gönençtir. Üstüne yapmak istediğiniz gerece göre ister doğal yapısına şekiller çizerek ya da boyayarak yeni bir görünüm kazandırabilir ya da lamba yapacaksanız el matkabı ile delip içlerine boncuklar yerleştirebilirsiniz. Bu işin inceliklerini öğrenmek isterseniz varsa kentinizde bir kursa katılmak, yoksa iletişim araçlarının yaygın olduğu zamanımızda biraz kulak kabartmak ve dikkatle incelemek yeterli olacaktır. Örneğin ilk etapta delik açmak için ayakkabıcıların kullandığı delici aygıt ve matkap, içini kazımak için ucu demircilerce öne doğru kıvrılan bir bıçak kazıyıcı, boya, yapıştırmak için ahşap tutkal ama bol bol hayal gücü, gözlem, sınırsız ve koşulsuz aşk yeter de artar bile. Benim gibi; Cinali bile çizemeyenlerdenseniz işiniz daha da kolay. Çünkü sıfırdan başlamanın ve insanın mükemmel mekanizmasının inanıp emek verdikçe sunduğu “kas aklı” mucizesinden yararlanmanın tadı tam bizim için. Ve çevrenizde sukabağının sırrına ermiş insanları mutlaka bulacaksınız, yeter ki kulak verin, olmadı beni arayın, seve seve yardım ederim.
Ne mutlu bize ki; Alanya Kalesi’nin Tophanesi’nin Esat Burcu’ndaki o mistik evde sukabakları ve kedileri ile yaşayan Ümit Usta gibi doğanın ve insanoğlunun elimizin altındayken kıymetini bilmeyip yitirdiğimiz değerlerine ağır yakmaktansa “bişey yapmalı!”yı hayata geçiren ustalarımız var. O ve O’nun gibi bu işe gönül veren, zamanın azgın sağanağından atılan toplara mangal gibi yüreklerini ve bu sevgi dolu nesneleri siper ederek direnmeye çalışan pek çok emekçinin düşü yaşamı ve ekonomimizi sukabağı ve onun gibi doğal varlıklarımızla onararak yeniden örülebileceğimiz, daha sade, sağlıklı ve yaşanılası bir Türkiye’dir. Onlar elimizde böylesine büyük bir değer (ve daha başka sayısız değerimiz) varken günlük yaşamımızda ve uluslararası alanda hak ettikleri yerlere konmadıkları için takdir edilmeyen her iyilik gibi umutsuzluğa kapılmasından üzüntü duymaktalar.
Bugün bu işle uğraşan pek çok ustası ve çırağı ile Alanya’nın sembolü olması yolunda hiçbir engel bulunmayan sukabağı sanatı Anadolu’nun bütün köy, kasaba ve şehirlerinin geleneksel, motif, renk ve özellikleri işlenip o bölgede üretilen malzemelerle harmanlanıp zenginleştirilerek oraya özgü bir kimliğe kavuşturulabilir. Şimdi tam da burada bu konuda hayata geçirilmiş eli öpülesi bir çalışmayı ve mimar ve emektarlarını anmak gerekir. 2009 yılında Alanya Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Ali YELDAN’ın girişimi ile Alanya L tipi Cezaevi’ndeki mahkumlar için sukabağı el sanatı kursları açılmıştır. Bu sanatı elinden, dilinden ve gönlünden öğrenmeye çalıştığım saygıdeğer Ümit ÇAĞLAR Usta’nın öğretici olarak katıldığı kurslar konusunda şu anda Samsun’da görev yapan Sayın Başsavcımızla görüştüm. Kendileri kurumsal bir kimlik kazandırana kadar Alanya’da bu sanatın neredeyse merdiven altı durumda olduğunu, 15 mahkum ile başladıkları ve bugün sayıları yüzleri bulan bu kurslarda geleneksel ve modern motiflerle geliştirilen sanatın yurtiçi ve dışından gelen çok sayıda sipariş ile desteklendiğini söyledi. Ancak bu konunun en çarpıcı yanı Sayın Başsavcımızın; bu kursa katılan çoğu ağır suçlardan hükümlü mahkumların çalışmanın başından itibaren sukabağını değil adeta kendilerini işlemelerini söylemesiydi. Sukabağı şimdi topluma daha değerli ve bambaşka bireyler olarak dönen bu insanlara aynı zamanda ekmek kapısı olmuştu. Bu muhteşem süreç ve sonucu beni hâlâ çok etkiledi ve inancımı güçlendirdi.
Alanya’daki bu sevindirici süreçte de görüleceği gibi sukabağı ile meşgul olup yaşamı yeniden üreterek değer katmak beraberinde sabrı, esinlenmeyi ve yardımlaşmayı getirip dostlukları pekiştirir. İçi boş sanılsa da doğal varlıkların enerjisi ile dolu tombikler dillerinden anlayanlar için arkadaş, gönül bağlayanlar için de doğal sinir-üzüntü kalkanıdır. Siz en iyisi şimden geri sukabaklarına daha bir dikkatle bakıp kulak kabartın, hepimize fısıldayacakları bir şeyler vardır.
Sukabağı ve ondan yapılacak her hür yaratı bugünlerde çoğunu aptal evlilik programları ve adeta bilinçli olarak hazırlanmış dizi filmler ile elden aldırdığımız ya da yaşama birşeyler katmak isteyip de bir çıkış yolu arayan kadınlarımız için de kurtarıcıdır. Bu mucize varlıklarla kurulacak yakınlık ve acemi-usta bütün uğraşlar Kızılderililer’in dediği gibi; evrenin hayrınadır. Bir kere bu bağlantı kurulduğu takdirde kısa süre içinde zerreden küreye her boyut ve şekilde sukabağının yaradılış amacını sezip bu uğurda yol almak işten bile değildir. İçlerinde taşıdıkları o yaşamı her yıl yeniden üretecek denli güçlü öz kimi zaman lezzetlerimiz kadar kokuşmuşluklarımıza da attığımız tuzumuzu saklayan kaplara, diğerleri içine doğan ışığın renklerle raksını yansıtan lambalara, keşkelerimizi çiçeklere ve sevgiye çevirip çoğaltan saksı veya vazolara, deryaya hazır gemilere ya da aromatik keyifler üfleyen nargilelere, minicik ellere tutuşturulan cıngırtılara dönüştürebiliriz. Ben bu işe gönül vereli yaşamımızda kullanacağımız çeşitli gereçler yaparak ruhumu zenginleştirmeye, evimizi ve ruhumu bu küçük mucizelerle zenginleştirmeye, öğrendiğim yararlı bilgileri herkese anlatmaya başladım. Yazıdaki fotoğraflardan biri benim sukabağından çocuklarımın görüntüsü. Siz de benim gibi bu ülkenin sağlam mayasına inançla yaşanacak güzel günler umudunu yitirmeyen, dikenleri güle çevirmek isteyenlerdenseniz sukabağı tam bize göre.
Bugünlerde toprağa köylülerden, ustalardan olmadı aktarlardan alabileceğiniz en az bir sukabağı tohumu atıp yaz boyu sulayarak topraklarımızı, vücuda geldiğinde de gereksiniminize veya ruhunuza uygun objelere dönüştürerek ruhumuzu “zararlı”lardan arındırmaya ne dersiniz? “Ekecek toprağım da serpecek suyum da yok ama anlattıklarınız aklıma yattı, denemek istiyorum!” diyorsanız ikisi de aynı amaca ulaştıracak iki yol var. Biri ve öncelikli olanı atalarımızın sömürgeci emperyalistlerden kanları pahasına kurtarıp bize emanet ettikleri güzel Anadolu’muzun bitek topraklarına ve aktığı yerlerdeki canlı-cansız bütün varlıklara yaşam taşıyan sularına sahip çıkmak... Bu olmazsa zaten hiçbir şeyi konuşmanın anlamı ve olanağı kalmıyor. Sukabağından acilen yararlanma konusunda yapılacak olan da yerli sukabağı üreticilerinden hemen kuru sukabakları satın alıp hem kendimize bir şans vermek hem de onları desteklemektir. Böylece el ele, el Hakk’a gibi güçlü bir gönül bağı kurmamamız için hiçbir neden yoktur. “Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.”
“Güzel günler” dileğiyle, sağlıcakla…
Yararlanılan kaynaklar ve teşekkür:
- Alanya’nın Sukabağı Ustalarından Ümit ÇAĞLAR’ın bilgi ve görüşleri.
- Sukabağı heykel sanatçımız Babür BENDERLİOĞLU’nun bilgi ve görüşleri.
- Aksekili Öğretmen Abdullah KARA’nın derlemeleri.
- İnternet bilgileri