İsmail Kahraman’ın şehirlerin kurtuluş günlerinin kutlanmasını eleştiren sözleri , özellikle “İstanbul’un kurtuluşu 6 Ekim, İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül kim demiş? Ne münasebet, Cihan harbi bitti, müstevliler alacaklarını birkaç misli aldı ve öyle gittiler, çekildiler. Kurşun sıkmadık ki.” demesi, bu tarz kutlamaların “ben esirdim, köleydim, esaretim bitti diye ikrarda bulunmaktır, bu küçüklük kompleksi verir” ifadesi büyük tepki topladı.
Bu sözler Valilik, Belediye, Rize Dernekler ve Vakıflar Birliği tarafından Rize‘nin fethinin 561’nci yıl dönümü vesilesiyle düzenlenen tören ve gösterilerin protokol konuşması sırasında söyleniyor. Bu törenin iktidar partisinin Rize’li en etkili ismi olan İsmail Kahraman’ın isteği doğrultusunda düzenlendiği anlaşılıyor.
TBMM Başkanlığı, Kültür Bakanlığı, iki dönem milletvekilliği ve öğrenciliği döneminde MTTB başkanlığı yapan, halen Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Başkan vekili olan Kahraman’ın konuşması önceden düşünülmüş, hazırlanmış, basının ve partisinin siyasi tabanının daha fazla dikkatini çekeceği hesaplanarak protokol konuşması içerisinde sunulmuştur. Ona göre “fetih niteliğinde” olmayan askeri başarılar, kutlanmaları gereksiz, hatta sakıncalı sıradan olaylardır. Başka bir deyişle İsmail Kahraman Osmanlı’nın 16’ncı asra kadar süren fütuhat dönemindeki zaferlerin dışında önemsenecek, kutlanacak bir başarımızın bulunmadığını düşünüyor. Özellikle millî varlığımızı korumak maksadıyla Çanakkale‘de başlayan, yedi yıl kesintisiz devam eden savaş dönemindeki zaferlerimizi ve siyasi sonuçlarını önemsemeyi de yanlış buluyor.
İsmail Kahraman tarihimizi ve olayları bu tarzda yorumlarken asıl maksadı şehirlerin kurtuluşunu önemsiz göstermek değil; bu açıdan bakıldığında bunları başaran isimler de doğal olarak önemsiz hale getirilmiş oluyor. Başta Mustafa Kemal olmak üzere Millî mücadeleyi zaferle sonuçlandıran bütün komutanlar, her rütbeden askerler olağanüstü bir başarının kahramanları değil, kendiliklerinden çekilip gitmeye karar vermiş olan istilacıların boşalttıkları alanlara gelen sıradan insanlar konumuna sokuluyor. Gazi Meclis’in varisi TBMM’nin bir dönem Başkanlığını yapan İ.Kahraman bu konuşmasıyla, Kadir Mısıroğlu’nun hezeyanlarını tarihi gerçekler olarak benimseyen günümüzdeki siyasal İslamcıların zihniyet dünyalarındaki çarpıklığın tipik bir örneğini sergilemiş oluyor.
19’ncu asrın son çeyreğinde Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi aydınlar tarafından başlatılan, Meşrutiyet döneminde Mehmet Akif, Sait Halim Paşa, Musa Kazım, Mehmet Ali Ayni, İzmirli İsmail Hakkı, Şemsettin Günaltay, Elmalılı Muhammed Hamdi gibi isimlerin yer aldığı İslâmcılık düşüncesi en önemli fikir ve düşünce hareketlerimizden biriydi. 27 Mayıs darbesinden sonra başlayan siyasi, fikri ve kültürel ortamda ortaya çıkan yeni İslâmcılık hareketi ise çok farklı bir kulvarda seyretti. Bu hareketin içerisinde olanlar Mısır ve Pakistan gibi ülkelerden yapılan çok sayıdaki tercüme neşriyatın etkisi altında kaldılar. İhvan hareketinin Hasan el-Benna, Seyit Kutup gibi liderlerinin kitapları bu çevrelerde başucu kitabı olarak okunuyordu. 70’li yılların başında Necmettin Erbakan’ın kurduğu Millî Nizam / Selamet / Refah Partileriyle İslâmcılık siyasi bir akım haline geldi, siyasallaştı. İsmail Kahraman başından beri bu hareketin içerisinde yer aldı.
Meşrutiyet dönemi İslâmcılığı önemli bir fikir akımıydı. Bu düşünceyi benimseyen alimlerin, aydınların temel gayesi dağılmakta olan, emperyalistlerin kuşatması altında çaresiz görünen devleti kurtarmak, milletimizi selamete çıkarmaktı. Bunların çoğu Millî Mücadelenin içerisinde yer aldı, Ankara’yı destekledi. Günümüzde İslâmcılık ise fikir ve düşünce alanından uzaklaşarak siyasal bir ideoloji haline geldi. Temel değer olarak ümmeti esas alıyorlar. Milleti kavim ya da ırk milliyetçiliği kavmiyetçilik / ırkçılık olarak algılıyorlar; dolayısıyla millî değerlere, millî kültüre soğuk bakıyorlar. Millîci yanı ağır basan Mehmet Akif’i bile benimsemiyorlar.
İsmail Kahraman “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” tanımlamasının güzel bir örneği. “Esaret altında mıydık ki kurtuluş söz konusu olsun“ derken İstanbul’un 13 Kasım 1918‘den başlayarak 1922 Ekim’ine kadar süren acı dolu günlerini düşünmüyor. Milletin Meclisi’nin basılmasının, mebusların yakalanıp Malta’ya sürülmesinin, Şehzadebaşı karakolunda yataktaki askerlerimizin şehit edilmesinin, Padişaha ve hükümet üyelerine her vesileyle hakaret edilmesinin, Türklerin can ve mal güvenliğinin kalmayışının ne anlama geldiğini düşünmüyor. Belli ki ne Süleyman Nazif’in “Kara Bir Gün” makalesini, ne de Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları” romanını, ne de Yakup Kadri’nin “Vatan Yolunda” isimli eserini okumamış. Büyük Zafer kazanılmamış olsaydı Yunan Kralı’nın Ayasofya’da taç giymeye hazırlandığını, işgal ettikleri Trakya’dan Lloyd George’u ikna ederek İstanbul’a girmek üzere beklediklerini de bilmiyor. Bunlar bir yana 26 Ağustos’ta Afyon’dan yürüyüşe geçen, 9 Eylül’de yani 14 günde İzmir’e gelen askerimizin çoğunun yırtılan çarıklarını ve elbiselerini bile değiştirmeye fırsat bulamadığından da haberi yok; askerimizin bu insanüstü çabasının, kaçan Yunan askerlerinin geçtikleri yerlerde sivil halka çok feci katliamlar yaptığını, şehir ve köyleri yaktıklarını bu korkunç mezalimin İzmir’de de yaşanmasını önlemekten kaynaklandığını, günlerdir yarı aç durumda oldukları halde yemek molası bile vermediklerini düşünmeden “9 Eylül”ün kurtuluş günü olarak anılmasını eleştirebiliyor. Mütedeyyin bir insanın Millî Mücadele döneminde Türk ve Müslüman ahalinin yaşadığı büyük sıkıntılara, acılara bu derece duyarsız kalmasına siyasi bağnazlık demenin ötesinde bir ad bulamıyorum. “…Müstevliler geldiler, istediklerinin kat kat fazlasını alıp gittiler.“ hükmünü İsmail Kahraman gibi Devletin çok önemli makamlarında bulunmuş bir insana yakıştıramıyorum. İlkokulu bile bitirememiş sokaktaki cahil bir insan bile, alaya alınmaktan çekinerek böylesine kesin hükümler vermekten kaçınır. Devlet-i Aliye’nin idam fermanı anlamına gelen Sevr’in uygulanmasını kimlerin ve nasıl engellediğini, galiplerin nasıl olup da Lozan’da barış masası kurmak zorunda kaldıklarını bilmeyen bir lise öğrencisi sınıfını geçemez. Ama bazıları bilgilerinin sığlığına rağmen nasıl oluyorsa adeta kanat takıyorlar, en önemli makamlara ulaşabiliyorlar, “akil insan” denilerek saygı görüyorlar, baş köşeye oturabiliyorlar.