11 Eylül 1980 günü öğleye doğru Türkeş Beğ’in kayınbiraderi Zafer Dinler iş yerime geldi, ülke meseleleri üzerinde sohbete başladık. Onunla konuşurken Bnb. Galip Tamur telefonla aradı. MSB’nda görevliydi ve sesi telaşlıydı: “Hemen görüşmemiz gerekiyor, arabamla o tarafa geliyorum” dedi. Zafer’e oturup beklemesini söyleyerek caddeye çıktım. Az sonra Galip geldi ve arabasıyla bir tur atarken şunları söyledi: “Dün gece nöbetçiydim. Genel Kurmay Başkanlığı’nda sabaha kadar olağanüstü bir hareketlilik vardı; bu anormal durumun sebebini sorunca bir süre sonra ülkemizde yapılacak NATO toplantısına hazırlık yapıldığını söylediler. Ama inanmadım bu muhtemelen başka bir şeyin hazırlığı.”
Galip boş yere telaşlanacak bir insan değildi; aslında ülkede uzun zamandır yaşanmakta olan, son aylarda daha da tırmanan anarşi ve terörden herkes tedirgindi, askeri müdahale ihtimali tartışılıyordu. İş yerime döndüm ve Zafer’e duyduklarımı anlatarak hemen Parti’ye gidip Türkeş Beğ’e bu bilgileri iletmesini söyledim. Gitti ve az sonra telefonla beni aradı ve tabii şifreli tarzda bilgi verdi ; “Ağabey getirdiğim gömlek tam uydu, şimdi ona uygun bir kravat aranıyor”. Yani Genel Başkan bu haberi başka kaynaklardan da araştırmaya başlamıştır. Nitekim akşamdan önce gelen bilgilerden darbenin yapılacağını anlayınca partiden ayrılıp önce evine uğradı, fazla kalmadan güvenli bir mekâna intikal ederek gelişmeleri izlemeye başladı.
11 Eylül gece yarısına doğru Ankara Sıkı Yön. Komutanı Korg.Recep Ergun, Ankara Emn. Md. Ünal Erkan ve yardımcılarını makamına çağırdı. Darbenin yapılacağını söylemeden resmî duyuru yapılıncaya kadar bekletti. 12 Eylül sabahı MHP, Ülkücü Kuruluşlar ve radikal sol öğütlere yönelik operasyonlar başladığında Başkent’ de Güvenlik Güçleri bunları birbirinden irtibatsız iki farklı merkez üzerinden yürütüyordu. Başsavcı Soyer kendine bağlı ideolojik görüşlerine uygun yardımcıları ve Pol-Der’li polislerin oluşturduğu “özel ekibi” yle çalışıyordu. Amacı MHP ve ülkücüleri ezerek, Türk milliyetçiliğini suçlu ilan ederek ülke gündeminden tümüyle çıkarmaktı.
Ankara Emn. Md. Ünal Erkan ile Ali Akan, Kemal Yazıcıoğlu, yardımcıları ve amirleri ise tam tersine millî şuur sahibi, vatansever insanlardı. Uzun zamandır işlem yapılmaksızın raflarda bekletilen Dev-Sol ve benzeri radikal sol örgütler ve yaptıkları eylemlerle ilgili dosyaları masaya yatırarak gerekli soruşturmaları başlatmışlardı. Nurettin Soyer, Ünal Erkan ve yardımcılarının bu kararlı tutumlarına tepkiliydi. Bunların değiştirilmesi için Konsey nezdinde girişimlere başladı. Ünal Erkan bunu öğrenince Recep Paşa’dan randevu ister. Ona Soyer’in tavrını anlatır ve “Biz görevimizi yasalar çerçevesinde sürdürerek, ülkemize hizmet etmeye çalışıyoruz. Yaptıklarımız uygun görülmüyorsa elbette yetkili sizlersiniz, bize nerede görev verilirse hizmetimizi sürdürürüz. Ama Başsavcı’nın bu tarz muamelesini hak etmiyoruz” der. Recep Paşa telefonla hemen Soyer’i arar ve “Sen ne halt etmek istiyorsun, maksadın ne, bu arkadaşlardan neden rahatsızsın, bu tarz girişimlerini derhal durduracaksın“ diyerek telefonu yüzüne kapatır. Nurettin Soyer’in hevesi böylece kursağında kalır.
İddianamenin açıklandığı, duruşma hazırlıklarının başladığı günlerde Şeref’in bürosunda toplanıyor, savunmaların eksiksiz yapılmasının, savunma cephesini biraz daha genişletmesinin, CHP ve sol kesimlerin aleyhimizdeki kampanyalarını engellemenin yollarını düşünüyorduk. Şaban Karataş hoca aracılığıyla Süleyman Demirel’den randevu aldık. Galip Ağabey, Acar Okan ve Yücel Hacaloğlu ile Güniz Sokaktaki evine gittik. Kendisine şunları söyledik: “Yakın geçmişte Zat-ı aliniz ve Türkeş Beğ’in liderliğinde iki partinin yakın ilişkileri oldu, koalisyon hükümetleri oluşturuldu. Bu gün bize yapılmak istenenleri biliyorsunuz, iddianameyi okumuşsunuzdur. Sadece MHP değil Cumhuriyetimizin kurucu değerleri, Gökalp ve Atatürk hedef alınıyor. Dolayısıyla sizler de itham ediliyorsunuz. Sizden iki ricamız var; birincisi AP’nin organı konumundaki Son Havadis Gazetesi’nin tirajı çok düşük. Davayı yakından takip ederek, duruşmaları yayınlayarak hem tirajını yükseltir, hem de bize yönelik dezenformasyon çabaları kırılır. Yassıada davaları gibi tek yanlı neşriyata meydan verilmez. Ayrıca milliyetçi kesimden bilinen bir isim bilabedel köşe yazıları yazabilir. İkincisi biz savunma konusunda her türlü hazırlığı yapıyoruz. Eğer Hüsamettin Cindoruk gibi sizinle olan yakınlığını herkesin bildiği bir isim vekaletname alarak savunma avukatları arasında yer alırsa kamuoyumuz sizin bize yönelik suçlamalara katılmadığınızı görmüş olur, bu görüntü savunmaya psikolojik destek sağlar. Cindoruk’a bundan dolayı hiçbir külfetimiz olmayacak, sadece oturup görüntü verecek”.
Sayın Demirel Türkeş’i uzun uzun övdü, yapılanlardan rahatsız olduğunu, haklı bulmadığını anlattıktan sonra isteklerimizin yerine getirileceği sözünü verdi. Görüşme Türkeş Beğ’e de anlatıldı. Ama hiç biri yerine getirilmedi. Hatta İstanbul’da ülkücü sanıklardan biri Cindoruk’u avukat yapmayı istediğinde önce kabule niyetlendiğini fakat Demirel’e sorup müsaade almayınca ret ettiğini öğrendik. Yani kendimizle her anlamda baş başaydık.
Bunun tek istisnası rahmetli Sabri Ülker idi. Daha ilk günlerde Galip Ağabey’in başlattığı “mektup” kampanyasının sonuna kadar adeta belkemiği oldu. Görevlendirilen rahmetli Erol Kılınç zarfı almaya gittiğinde nezaketle karşılar, moral vererek uğurlardı. Galip Ağabey sanıkların evlerini veya başkalarını ziyarete giderken çocuklarına mutlaka Ülker çikolatası götürerek saygısını ifade etmiş olurdu. Sabri Ülker’i her zaman hürmetle, şükranla anıyorum, çok özel bir insandı.
Ama evlatların tercihi farklı olabiliyor. Türk Yurdu Dergisi’ne destek ararken Murat Ülker’e bir mektup yazarak, dergimizi anlatarak ilan vermelerini istemiştim. Mektup en yakınındaki bir arkadaşımız tarafından kendisine iletildi. Kısa süre sonra reklam servisinden cevap geldi, neşriyatımızın kendilerine yararı olmayacağı gerekçesiyle kabul edilmediğini bildirdiler. Oysa aynı tarihlerde sayın Murat Ülker Harvard Üniversitesi’ne yüz milyon dolar bağış yaparak adına bir enstitü kurulmasını sağlıyor, yardımlarını sonraki yıllarda da sürdürüyordu.
Mamak’ta ve başka kentlerde ülkücülere yapılan insanlık dışı işkenceleri, reva görülen muameleleri anlatacak değilim. Sadece beni çok etkileyen unutamadığım bir hatırama burada yer vermek istiyorum. Tahsin Ünal değerli bir tarihçimizdi. Harp Okulu, Askeri Akademi ve lise öğrencilerine 47 yıl tarih hocalığı yapmıştı; tarihi olayların ve kahramanlarının anlatıldığı kitaplar yazmıştı. Bunlardan birini ortaokulda iken okumuş, çok etkilenmiştim. Emekli olduktan sonra MHP Genel Yönetim Kurulu’na seçilmiş, Gnl. Bşk Yrd. olmuştu. Duruşmalar başlayınca ilk tahliye edilenlerden biriydi. Tahliyesi üzerine bir bayram günü Acar Okan ve artık emekli olan Galip Tamur ile Hoca’nın elini öpüp geçmiş olsun demek maksadıyla evine ziyarete gittik. İki arkadaşımın da Harp Okulu’nda hocalıklarını yapmıştı.
Tahsin Hoca sohbette darbeden sonra bir cani gibi nasıl yakalandığını ve Mamak’ta karşılaştığı çirkin muameleyi anlattı. Hocayı da diğer sanıklar gibi evvela etrafı ahşap korkuluklarla çevrili “kafes” denilen yere sokarlar. Görevli erler ellerindeki coplarla bir yandan içerideki sanıklara acımasızca vuruyorlar, bir yandan da ağır küfürlerle hakaretler yağdırıyorlardı. Bunları anlatırken o anların dehşetini ve hüznünü yeniden yaşıyordu; “düşünebiliyor musunuz, yarım asra yakın ders anlattığım ordumuz bana bu muameleyi yaptırıyor, dayak attırıyordu.“ Hoca bunları söylerken ağlıyordu, biz de ağlamamak için kendimizi zor tutuyorduk. O esnada kafesin yanından geçerken hocayı tanıyan bir Yzb. duruma müdahale ederek koğuşuna nakledilmesini sağlar. Çok “kötü” olmuştuk, fazla oturamadık. Evden çıkarken bir yandan için için hıçkırıyor, bir yandan da bu muamelelere yol açanları, yapanları, yapanlara göz yumanları lanetliyorduk. Tahsin hoca bir süre sonra Hac yolculuğuna Mekke’ye gitti. Oradayken Hakk’a vasıl oldu, Medine’de toprağa verildi.
Ülkücülerin çilesi bitmez ve bitmeyecektir. Ama dilerim bütün varlıklarını adamaya her zaman hazır oldukları Türk Devleti’nin 12 Eylül dönemindekine benzer haksızlıklarına maruz kalmazlar; Nurettin Soyer, Vural Özenirler gibi yargıç, Zeki Kaman ve sadist ekibi gibi polis kimliği taşıyan ideolojik hasımları adacığıyla tekrar ezilmeye çalışılmazlar.